AŞKA
DAİR
Hangi
senede ve nerede olduğunun bir önemi yok. Tek önemli olan “sevgi”
denilen somut, elle tutulan, gözle görülen, tüm vücutla hissedilen, etkisi
insan ömründen uzun olan o maddenin en yoğun olanını tek seferde içmiş
olmamdı.
En büyük
sevgiler en büyük tesadüflerin doğurduğu tarantulalardır aslında. Dişi bir
şeytan, cazibesi, büyüsü, kokusu vazgeçilmez ve değişilmez bir dişi
şeytandır sevgi ... İnsanı öyle mutlu öldürür ki ne kadar acı
çekersen kendinle o kadar gurur duyarsın. Yavaş yavaş ve kanayarak. En yoğun
sevgiden bahsediyorum, uğruna ölmek değil ; hayatta kalıp onun için acı
çekmekten, onun ellerinden ağular içmek için hayata karşı durmaktan,
kendine saygını boş verip sevgine saygı duymaktan bahsediyorum. Her
seferinde artık yorgunluktan öleceğini zannedip tekrar ayakta kalmaktan,
boğazında bir yerlerde takılıp kalmış, bin yıllardır söyleyemediğin bin
yıllar geçse de söyleyemeyeceğin; dudaklarının arasından çıkması için ölüp
ölüp dirildiğin ve uğruna binlerce yaşam verdiğin, delicesine özlediğin bir
sözcük vardır. İşte bende o kendi sözcüğümü var gücümle haykırmak istiyorum.
Bahardı ve
hazirana yaklaşıyorduk usulca. Haziran bekliyor zannediyordum ve hazirana
koşuyordum tüm gücümle. Ona yakalandım, daha doğrusu ayağım takıldı. Yere
düştüm, elim yüzüm kan içinde. Haziranı bir kenara bırakıp ona baktım ve ilk
gördüğüm bir çift mavi gözdü. Gökyüzünden yüzüne yansıyan her bir güneş
ışınını içinde toplayıp ta derinlerden bir yerden tekrar dışarı göndermek
üzere saklayan ve güneş zerreciklerinin de verdiği parlaklıkla gülümser gibi
bakıyordu gözleri.
En
güzel renk olur mu?
Aslında olmaz.
Her renk eşit güzelliktedir. Güzel renk olmamalıydı, ama bu renk
şimdiye kadar gördüklerimden güzeldi işte. Hemen oracıkta karar vermiştim.
En güzel renk maviydi. Ne altın sarısı saçları ne güneş gibi
güzel ve kavurucu yüzü nede anlatmakta güçlük çektiğim diğer güzellikleri
hiçbiri ama hiçbiri dikkatimi o gözlerden alamıyordu. Öyle derin bir bakışı
vardı ki. O gözlerde ağlamaklı bir ananın çığlığını, yeni doğmuş bir bebenin
merakın, yanan sigaranın dumanını, söylenen yanık türküdeki acıyı
görebiliyordum. Ve daha neler neler. Anlatacağım birçok şey olur bazen
birini anlatırken bir çoğu kalır buda öyle sanki bir çift mavi göz ve yoğun
bir sevginin kalbe düşen ilk damlasıydı aslında anlatmak istediğim. Çok
sinirli bir anda ağızdan çıkan bir küfür gibi öyle natürel, öyle içten, öyle
düşünmeden.
Aşk bir
tarantula ne kadar dişiyse o kadar ürkütücü, ne kadar içtense o kadar
tehlikeli, aslında mavi gözlü bir tarantula idi karşımda
duran. Ve heyecan ve korku o gözlerine ilk baktığım anda tek istediğim
tekrar nefes alabilmekti. Nefes almak ciğerlerimi acıtana dek. Ve sözcükler
mana kazanabilmek için çırpınan o sözcükler. Harf harf, hece hece içimde
özümsediğim, tüm yüreğimle beslediğim o ilk sözcük usulca çıktı dudaklarımın
arasından. Korktum. Sanki konuşunca o büyü bozulacaktı. Kelimler havada
dağılsın istedim. Olmadı. Atomlar ses dalgalarını direk onun kulağına
götürdü ve sarsıldım. Onun beni ilk duyduğu an, ses tonumun deşifre edildiği
o an. Ölümle burun burunaydık. Ve hala havada o kelime çınlıyordu.
“Merhaba”
Gözlerim
yavaşça kapandı. Uyuşmuş bedenim kendine geldiğinde ise o konuşuyordu. Ne
konuştu, ne anlattı hatırlamıyorum bile. Tek bildiğim, hala yaşıyordum. İşte
o an ölümdü diye düşünüyordum, oysa zehirli iğnesinin etime
ilk batmasıyla vücudumun irkilmesiymiş sadece. Artık biliyorum, etime
batırılmış bir iğne vardı ve o şırınga sonuna dek beni zehirleyecekti.
Artık
hazirandı. Haziran bana hep mutluluk getirmiştir. Artık hazirandı ve
ben sırılsıklam aşık. Zaman kavramı kalmamıştı bende, bense tepe
taklak bir yaşam, hep mutlu hep güzel.
İnsan
anatomisi gariptir, mutluluğu sürekli yaşayamıyor. Hayatını mutluluğa adayıp
istediğini yakalayınca sıkılıp yeni mutluluklar arıyor. Haziran bana
hep mutluluk getirir (geçici bir süre için bile olsa) .
En korkunç gerçekse haziranın bir gün biteceğiydi.
Ellerim
ona dokundu hiç korkmadım, ellerim titremedi. Her haziran sonu ben yorgun
olurum, bu haziran ise beni en çok yoran onu sevdiğimi söylemem oldu.
Kelimeler boğazımı yırtıp sesimi kısarken her harfte, kan damlıyordu
beynime, sanki çarmıhlara geriliyordum. Ve ben en çaresiz hastaydım artık.
Gözlerini gördüm tekrar “başardım” der gibi, gözleri aşağılık birini
süzercesine yukarıdan ve tiksintiyle baktı bana. Aslında o an anlamıştım
haziranın çabuk biteceğini
Giderken
hiç bir şey söylemedi. Ardındaysa ben ağlayan, kanayan bir yürekle
yapayalnız. Onlarca noktalama işaretinden soru işaretini bıraktı önüme. Ben,
kalbim ve soru işareti. Üç yalnız birliktelik. Ben ve kalbim belki suçluydu
ama soru işareti şaşkın. “ben ne yaptım sana” diye soruyordu
sadece. Bütün gece üçümüz vardık ve bütün bir mevsim üçümüz olacaktık sanki.
Hiç
beklemiyordum. Haziran böyle bitecekti ve bitmeliydi de ama yine o geldi
kısa konuştu ve gitti. Duyduklarıma inanamadım. Tüm bildiğim fizik
kurallarını şimdi teker teker inkar ediyordum. Hem nasıl olurdu ki.
Ama, ama söyledi işte
“Bende
seni seviyorum”
Artık yaşanan her an hazirandı. Ve tarantula kandırmıştı beni. Zehrini
benden saklamayı başarmıştı. Kandırılmıştım. Ama ne önemi var ki oda beni
seviyordu işte, artık yaşamak zamanıydı. Uçsuz bucaksız karanlıklara tek
başına bir denizci feneri olma zamanıydı. Ona doğru koşmaya başladım, var
gücümle ve yön kavramından çok uzak, nereye ve ne kadar koştuğunu bilmeden.
İnsan gözleri kapalıyken koşamam sanıyor. Oysa ben her zamankinden de hızlı
koşmalıydım. Ve artık kendinden emin adımlarla ve her adımım yer küreyi
sarssın diye ona doğru dev adımlar atıyordum.
Ve
haziran bitti.
Neden ve nasıl tartıştık hatırlamıyorum bile ama kırmıştık birbirimizi.
Tertemiz bir havuza bir tutam balçık düşmüştü ve yavaş yavaş tüm yüzeye
dağılıyordu. Ve şunu çok iyi hatırlıyorum o ana kadar ağlamanın tam manasını
ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyormuşum...öğrendim...
Ne yapmam
gerektiğini bilmeden şuursuzca dolaştım sokaklarda geceleri ay ışığı sadece
insanın acizliğini gösteriyor. Ve kaçamadım. Ben nereye gitsem oda hemen
oracığa gelip kıvrılıveriyordu. Tıpkı yerde duran izmarite benziyordum yada
tepemdeki bir grup yıldız kümesindeki en sönük olanına. Artık nefes almanın
bir anlamı yoktu. Belki de aşkın keskin tarafına sarılmıştım.
Ama artık çok geçti. Ben kanıyordum. İpsiz sapsız bir poşet gibi, rüzgarla
gezen içi boş ve değersiz.
Ayaklarım
beni onun evinin önüne götürdü. Onu çağırmak istedim. “gel ve beni dinle “
demek istedim, ama utandım. Beni böyle görmemeliydi. Ve konuştum onunla
benimle konuşması gerektiğini söyledim. Öyle içten ve kendimi ona teslim
ederek “gel” dedim.
Tamamen
unutmuşum haziran çoktan bitmişti. Onun balkona çıkması veya perdeyi açması
onu görmem için yeterliydi ama utandım kendimden. Kapınızın önünde bir
köpek gibi bekliyorum demekten utandım. Soğuk iliğime kemiğime
kadar işlemişti. Giden hiçbir şeyin yerine aynısı gelmez bu
fizik kurallarına aykırıdır. Ve yeni bir haziran yeni bir mutluluk demekti.
Ama hiçbir haziran bana doksan dokuz haziranın getirdiği mutluluğu
getiremezdi.
Hep
yaşananlar ve yaşayanlar vardır. Ve somuttur. Yaşantının görgü tanığı
olamaz. Hayata teğet yaşayamazsın. Ya içindeyizdir; yada
dışında. Yaşanılan her şey bir yerde ve bir şekilde bitmek zorundadır. Bir
başlangıcı olduğu gibi bir bitişi de vardır. Çünkü yer kürede yaşayan hiçbir
şeyin tanrısal özellikleri yoktur. Her başlangıç heyecan verici olsa da
bitişler acıklı olur. Ve tam burada fizik devreye girer öğrendiğim fen
bilimleri derslerinde eğer beni kandırmadılarsa; biten hiçbir şey tamamen
kaybolmaz. Biten her aşk seni bir yığın acı ve anıyla baş başa bırakır.
Bazen öyle anlar gelir kapına dayanır ki seni neyin mutlu edeceğini
bilemezsin ve hafızana lanet edersin. Çünkü bir çok yaşanmışlar varken, onu
hatırlamak kalbine batırılan ucu kızgın şiş gibi dağlar yüreğini. Türk Dil
Kurumu halt etmiş; kalple yürek aynı şey değildir. Ve yüreğin seni her
fırsatta kandırır. Kalbinse duygudan arınmıştır. Düz ve mat, sadece kan alıp
verir, bir tüccar gibi.
Biten
şeyleri yerine getirmek istersin; işte o an yüreğin girer devreye. Seni
engeller. Sense sadece seyredersin olanları gözlerindeki iki damla yaş ile.”Seni
hala deli gibi seviyorum” asıl söylemek istediğim buydu. Ama hangi
prangalar takılı ki yüreğime, bileklerime söyleyemiyorum.
Sevgiden
bahsediyorum hala. Ve yeryüzündeki kişi başına düşen oksijen miktarı
azaldığı sürece de bahsedeceğim. Onun için ağlamak değil onun kolundan tutup
birlikte sonsuzluğa koşmaktan. Sevgiden bahsediyorum, katı ve susuz yutmaya
çalıştığım büyük lokmadan. Nerede ve ne zaman yaşandığının ne önemi var.
Zaten gerçek sevgi bir ömür ve her yerde yaşanmaz mı? Gerçek sevgi diyorum.
Birlikte yıldızları saymak değil, unutmak ve unutulmak adına çabalamaktan...
18.01.2000
Ulaş KÖKSAL
|