İLK AN, İLK ANALİZ
1997
Subat ayında Almanya’ ya ilk adım attığımda Asyadan gelen biri olarak
Avrupayı merak ediyordum.
Almanya’ da Avrupa ve Avrupalılardan daha ilginç olanı, orada
yaşayan Türkler. Bu diger Avrupa ülkeleri içinde geçerli olabilir.
Şehre alıştıktan bir süre sonra gittiğim bir markette, sebze
reyonunda dolaşan yaşlı bir amca peynir reyonundakıi eşine bağırıyordu.
-
Gızzzz! Pendir aldın mı?
-
Heee! Aldım la aldım.
Daha sonra
tanıdıklarıma tarifle sordugum bu kişinin, Nevşehir’den gelme ilk
kuşak işcilerden olduğunu öğrendim. Adamcağız hiç değişmemiş, zaten
kesinlikle değişmek istememiş. Bu amca iki sene önce emekli olarak
Türkiye’ye kesin dönüş yaptı. İnanılması güç ama ‘ nasıl olsa geri
döneceğiz’ saplantısı ile evine hiçbirşey almamış, hiçbirşey. İlk
geldiğinde eskilerden toplayıp düzdüğü evden otuzbeş sene sonra çıktı.
Televizyon bile almamış, evindeki tek teknolojik alet geri dönenlerden
birinin bıraktığı radyo. Biliyorum burada yazanlar size özelliklede
Türkiye’de yaşayanlara hikaye gibi gelebilir ama çok fena gerçek. Ayrıca bir
süre sonra tesadüfen konuşma olanağı yakaladığım eşinin, amca hakkında
anlattıklarına bakılırsa altmış yaşına ramak kala dahi eşini dövme
performansından da hiçbirsey kaybetmemiş. Ben Avrupa’daki Türkler hakkındaki
izlenimlerime en dehşet verici bir örnekle başladım bu sizi korkutmasın,
diğer göçmenlerin durumu bu kadar vasat değil tabiki. Fakat ilerleme
konusunda hafife alınmayacak kadar geri olanların sayısı hiçte
küçümsenmeyecek durumda.
İlk gelen kuşağın büyük bir bölümü, beş sene sonra geri dönme
düşüncesine kapıldıkları ve nasıl olsa dönecekleri varsayımları ile
yaşadıkları için, bu ilk beş seneyi sadece çalışarak geçirmişler. Dil
öğrenmek, insanları tanımak, yaşam standrtlarını değiştirmek gibi
mücadelelere kapılmamışlar. Amaç yeterli parayı biriktirip tez zamanda geri
dönmekmiş.
Göçenler işci amacı ile alındıkları için genç insanlar.
Tanıştıkları yabancıların başlıca soruları; ‘ siz Türklerin yaşantıları
nasıldır?’ ‘ geldiğiniz şehir Türkiye’nin neresinde?’ ‘ nasıl bir kültüre
sahipsiniz?’ Bu sorular göçmenlere kültürlerinin önemini hatırlatmış.
Pek çoğu genç yaşlarda Avrupaya gelen bu kuşak, daha kendi
kültürünü tam öğrenemeden kendilerini anlatma çabasına düşmüşler ve farkına
varmadan yarım yamalak ezberledikleri türklüklerine kendi çaplarında
yakıştırmalar yapmışlar ve bunlara sıkısıkıya bağlanmışlar.
Oysa insan kendi kültürünü belli bir sürede öğrenemez ancak
yaşayarak içine sindirir. Hele ki Anadolu gibi bir kültür yuvası olan
topraklardan geliyorsan, öyle bir hamlede kültürünü öğrenemessin. Daha
yirmili yaşların başında yola çıkıpta bir başka kültürün içerisine girip
yabancılara anlattığın kültür senin bildiğin değil, sandığın kültürdür.
Kültürü öğrenmek insanın doğumundan ölümüne kadar süren bir eğitimdir.
Yaşantımızdan örnek verelim;
Çocuklar bayramlarda üzerlerine düşen görevleri, önce görerek sonrada
yaşayarak öğrenirler ve aynı zamanda büyüdüklerinde yapmaları gerekenleri
örnek alırlar. Çocukluğunda Hıdırillezi yaşamayan biri büyüyünce gerekli
bile görmez. Hiç kimse kendi düğününü yaşamadan Türk düğününün inceliklerini
bilemez, öğrenemez sindiremez. Sadece başkalarının düğününden o düğün
kültürünün kabasını ezberler.
Daha öncede belirttiğim gibi eksik kültürle yola cıkan bu kuşak,
bildikleri zannettikleri fakat ezberlemiş oldukları, varsayımlarla uc uca
ekleyip hiç töleranssız yaşama yanlışına düştükleri kültürleri
ile,geldikleri topluma vede yaşadıkları topluma uzak kalmışlardır. Oysa
yaşadığın topluma uyum sağlamak, kendi kültürünü unutmak değildir.
Ezberledikleri töreler ve toplumsal kuralların yanlışlıkları ülkelerinde
zamanla ve ilerleme ile çözülürken,yeniliklere Avrupalılaşma kaygısı ile
kapalı olan Türk göçmenleri, birgün anavatana geri döndüklerinde kültür
karmaşası yaşamışlardır. Burada evine televizyon dahi almayan
Nevşehirlininin Türkiye’deki torunlarının internette dünyayı dolaşmalarına
şaşırması gibi.
Denizli’li bir göçmenle Kars’lı bir göçmenin kültürlerini
yaşamada farklılıkları olması doğaldır.İnsan hep kendi yaşadığını doğru
bilirse, diğerlerinin farklılıklarını doğal karşılamakta güçlük çeker ve bu
çekim gücü insanlara kendi kabuğuna sığınma hatasını yaptırır. Bu hataya
düşen bir kısım göçmen Türkler, hayatlarını iş, ev aile olarak
sınırlandırmışlardır ki buda tek varlıkları olduğu sandıkları cocuklarına
aşırı bağlanma, onlardan kopmaktan korkma ve bu korku ile bulundukları
ülkenin yabancı oldukları kültürlerinden çocuklarını uzak tutma çabasına
dönüşmüştür.
İşte bu noktada kuşak çatışması farklı bir boyutla başlar.
Çocuklar yaşadıkları ülkenin insanları ile dost, arkadaş hatta sevgili
olurken, aileler çocuklarını kendilerinden koparan bu kültüre düşman olmaya
ve çocuklara da bunu aşılamaya başlarlar.
Bütün bu uyumsuzluklarla beraber elbette uyum sağlayanlar
olmuştur. Hem kendi kültürünü yaşayarak hemde yeni tanıştığı kültüre saygı
duyarak vede anlayarak daha korkusuz daha kendine güvenenlerde olmuştur.
Fakat bu kıymetli bölüm ne yazık ki azınlıkta kalan bir bölümdür.
Bugün Avrupada yaşayan Türklerin marketleri, restorantları,
camileri ,serbestce konusabildikleri dilleri vardır. Avrupalılar insanların
inançlarını ve kültürlerini yaşamalarına saygı duyabilme olgunluğuna
erişebildikleri için Türkler bu bahsettiğim etkinlikleri üç kuşak bir arada
rahatça yaşayabilmektedirler.
Bütün bu hoşgörüye rağmen biz hala içinde yaşadığımız ve kendi
isteğimizle geldiğimiz bu kültürün insanlarına, yediklerine, içtiklerine ve
yaşam tarzlarına alaycı eleştiriler yapmama anlayışla karşılama olgunluğuna
erişememişiz. Onlar bayramlarımızda çocuklarımıza okul tatili verebilirken
biz onların, noelde çam süslemelerine, paskalyada yumurta boyamalarına
dayanamıyorsak, yani başka bir kültüre saygı duyamıyorsak,
Kendi kültürümüze sahip çıkabiliyor muyuzdur?
Yada kültür bilincinin farkında mıyızdır?
Günel Erdem
15.10.05
Salzgitter |