DALAKÇI GENÇLİK Ceray Ceylan

09.11.12

Yazan.............. Ceray Ceylan

Anasayfa
Yukarı
Ali Erbaş
Günel Erdem
Necati Genç
Sadi Erbaş
Ali Bozdağ
Hacı Ercan
Ulaş Köksal
Ceray Ceylan
Oktay Erbaş
Yakup Cemil

 

 

 

                                   OSMANLI’ dan  KALAN

     A.   GİRİŞ

 

    Türkiye’de tarihçiler Osmanlı’nın toplumsal yapısının genellikle klasik dönem  diye bilinen 16. yüzyılını vurgularlar. Klasik dönem sürekli toprak kazanan bir imparatorluğun denge noktasıdır. Osmanlı Devletinin dengenin yitirilişiyle çöküş dönemine girdiği genel kanıdır. Osmanlı Toplumunun 17. ve 18.yüzyılları siyasi gelişmeler dışında genellikle az bilinir.

    Siyasi göstergelerle Klasik Dönem Yıldırım Bayezid’ in tahta çıkışından Kanuni Sultan Süleyman ‘ın hükümdarlığının sonuna kadar süren devredir. Güçlü bir merkezi yönetim Bizans’ ın da izlerini taşıyan tımar sistemi ve sürekli genişleme üzerine kurulu bir mali yönetim Klasik Dönemin temel özelliklerindendir.

    Kanuni ertesi 19. yüzyıla kadar uzanan iki yüzyıllık süre bir geçiş sürecidir. Bu yüzyıllar Klasik yapının çözüldüğü tımarın iç ve dış siyasal ve ekonomik etkenlerle bozulduğu , iç savaş ve ayaklanmalarla siyasal bünyenin yıprandığı, merkezi yapının genel bir çözülme sürecine girdiği, toprak kazanımlarının durduğu bir evredir.

    William H. McNeill Osmanlı’yı doğal sınırlarına ulaşması sonucu mali gereksinimlerini karşılayamayan ve bu nedenle çözünen bir devlet olarak görmektedir.  Oysa tarih uzun dönemli bir değişim süreçleri olarak görülebilir ve tüm iniş çıkışlarına karşı gelişen ,yükselen, büyüyen bir gidiş olarak algılanabilir. Osmanlı Tarihi de tüm karamsarlıklardan arındırılarak her ne kadar toprak kayıplarına uğrasa da, çağdaş   bir yapıya doğru yönelen bir devlet olarak yorumlanabilir.

 

  B. KLASİK DÖNEM ÇAĞDAŞ DÖNEM

    Osmanlı tarihi iki ana dönemde ele alınabilir. Kırılma noktası batı kapitalizmi ile bütünleşmedir. Tarihçiler batı ile bütünleşmeyi üç ayrı aşamada görme eğilimindedirler.

        1. Barkan ve İnalcık Braudel’ in görüşlerinden etkilenerek 16. yy Osmanlı ekonomisini Batı’da oluşan Fiyat Devrimi  ışığında görme eğilimindedirler.

        2.Wallerstein’dan esinlenen yazarlar 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın dünya ekonomisiyle bütünleşme sürecine girdiğini savunur. Bu yüzyıl bir anlamda 17.yy ‘ın  çöküntüsünden kurtulan Avrupa’nın sanayi devrimine açılım dönemidir.

        3. 19.yy’a özellikle Napolyon Savaşları ertesi İngiliz Sanayi mamüllerinin atağı ve yeni ticaret düzenine öncelik tanır . 18.yy’ın ikinci yarısı her ne kadar Avrupa için önemli bir Dönem ise da Osmanlı’nın etkilenişi belirli bir zaman gecikmesiyle olur. Öte yandan Fransız Devrimi ve Napolyon savaşları Avrupa’yı sürekli meşgul eder. Ekonomi siyasetin gerisinde kalır.

    Osmanlı ekonomisi kuşkusuz çok eski dönemlerden beri Batı ile temastadır. Ancak bu ilişki kapitalizmin olgunluk çağında Osmanlı’da yapısal değişikliklere yol açacak niteliğe bürünür. Ekonominin çok sınırlı bir kesiminin parasallaştığı bir ortamda Batı Fiyat Devriminin  Osmanlıyı temelden sarsması güçtür. Osmanlı 16.yy’ dan itibaren parasallaşma sürecine girmiştir. Bu parasallaşma klasik yapıyı çözücü etkide de bulunmuştur. Fakat yeni bir yapının oluşması, yapısal dönüşümlerin ortaya çıkması ancak 19.yy’ da gündeme gelebilmiştir.

    Klasik Osmanlı pre-kapitalist özellikler gösteren bir toplumsal yapıdır. Geçimliktir, provizyonisttir,fiskalisttir. Yönetimin temel kaygısı siyasi düzeni ekonomik dengelerle sürekli kılmaktır. Provizyonizm başta payitaht olmak üzere  kentlerin işaesine öncelik tanır. Fiskalizm devlet varidatını azamileştirerek siyasi yapıya istikrar kazandırır.

   

    Bir anlamda Osmanlı merkantilizme taban tabana zıt bir politika izler. Merkantilizmde ihracat fazlalığı esas iken provizyonizmde ithalat fazlalığı gözetilir. Kıt kaynakların yurt dışına çıkışı engellenir. İthalat için her türlü kolaylık sağlanır. Kapitülasyonların gerisinde de bu tür bir mantık yatar. (1)

    Osmanlı ekonomisinde klasik düzende toprak düzeni parasallaşmamıştır. Aynı ilişkiler hakimdir. Üretici yükümlülüklerini çoğu kez aynı olarak yerine getirir. Tüketim yapısının son derece kısıtlı olduğu bir dönemde üreticinin pazardan talep edeceği mal türü hemen hemen yok gibidir. Bu nedenle meta üretimi sınırlıdır. Üretici tüketeceğini üretir kazanç tutkusu toplum için bir şey ifade etmez. (2)

    Osmanlı üretim yapısının bu nedenlerden dolayı Asya Tipi Üretim biçimine benzediğini ileri sürmemiz mümkündür :

    Marx "kapitalizm öncesi ekonomi şekilleri" adlı incelemesinde bunu şöyle açıklamıştır: "Asya tipi üretim biçiminde mülkiyet yoktur, sadece bireyin toprağa tasarrufu söz konusudur , gerçek mülk sahibi komündür.
"Tepedeki birlik gerçek mülk sahibi ve ortak mülkiyetin gerçek önkoşulu olduğuna göre, onun büyük sayıdaki ayrı ayrı komünlerden ayrı ve onların üstünde bir şey olarak görünmesi pekala mümkündür. Bu durumda birey mülksüzdür ya da kendisi mülktür.
"Despot burada çok sayıda küçük komünlerin babası rolündedir ve böylelikle bunların hepsinin ortak birliğini gerçekleştirir. Bundan çıkan sonuç şudur ki (hukuki bakımdan emekle, gerçek mülk edinme biçiminde tespit edilen) artık ürün, bu en yüksek birliğe aittir. Böylelikle doğu despotizmi hukuk bakımından mülkiyetin yok olması gibi bir sonuca varır görünmektedir. Gerçekteyse onun temeli kollektif mülkiyettir. Komün böylece kendi kendine yeter duruma gelir ve içinde yeniden üretim ve artık üretim şartlarının tümünü sağlar." Yani baştaki han dışında komünizme benzemektedir Asya tipi üretim biçimi. Marx'ın despot ismini verdiği han'ın varlığı ise sömürülme olayını gerçekleştirmektedir, öte yandan kömünlerin bir arada kalmasını sağlayan han bu sistem içinde bir zorunluluktur, bu nedenle sistem sosyalizme benzemektedir daha çok. Öte yandan Asya'daki han klasik despot tanımına uymamaktadır, hele araplarda görülen -halkı mülkiyeti içinde sayan- doğu despotu tanımına kesinlikle uymamaktadır, marx'ın burada bir yanılgı içinde olduğu açıktır. Fatih Sultan Mehmet'e kadar "asya tipi üretim biçimi" Türkler de uygulanmıştır, Sultan Mehmet'in üniter devlete geçiş çabalarından sonra ise ekonomi sisteminin değiştiğini söylemiştir  (3)

    Osmanlı Batı’nın ekonomik-toplumsal etkisine daha 16.yy da maruz kalmıştır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Merkantalist çağın etkisi sınırlıdır. Sanayi toplumunun üstünlüklerinden yoksundur. Osmanlı 18.yy da Batı ile diyalogunu geliştirmeye başlamıştır ancak yoğun bütünleşme süreci Napolyon Savaşları ertesi 1820lerde başlar. 1838 ve onu izleyen ticaret sözleşmeleri bu bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir. Bundan böyle Osmanlı geleneksel, kapalı, provizyonist, fiskalist ekonomik düzenini bırakarak dışa açılacaktır. (4)

    Doğu Despotizmi olarak tanımlanan Osmanlı merkezi otoritesinin yetki devri biçiminde tanımlayabileceğimiz kendini sınırlayıcı kararları “Şer’i Hüccet” ve “Sened-i İttifak” bir yerde yasal dönüşümlerin başlangıcı kabul edilebilir. Ama konumuz açısından bizi ilgilendiren olay 1838 tarihli İngiliz-Osmanlı Ticaret Sözleşmesidir. Bu ticaret sözleşmesi yüzyıllara dayanan Osmanlı egemenliğinin ekonomik bağımsızlığa dönüşme noktasıdır. İngiliz kapitalizmi kendi açısından 1838 Sözleşmesi ile kendi açısından çok önemli bir adım atmıştır.

    Kapitülasyonlardan sonra bazı Avrupa ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğun’dan aldıkları en önemli taviz bu sözleşmedir. Bu sözleşmenin maddelerinin içeriğini şöyle özetleyebiliriz :

-          Mevcut kapitülasyonlar ve antlaşmalarla Büyük Britanya vatandaşlarına veya gemilerine tanınan haklara bu sözleşme ile tanınan yeni hak ve imtiyazların sonsuza kadar kesintisiz biçimde geçerliliği taraflarca kabul edilmiştir.

-          Britanya Majestelerinin vatandaşlarının veya bunların temsilcilerinin Osmanlı topraklarının her yerinde her çeşit malı hiçbir ayrıcalık tanımaksızın bu topraklarda üretilen her çeşit ürünü almalarına izin verilecektir.

-          Osmanlı ürünlerinden herhangi biri Britanyalı tüccarlar tarafından Osmanlı ülkesinin iç tüketimi için satılmak amacıyla satın alındığında, Müslüman olsun olmasın Osmanlı İmparatorluğunda iç ticaretle meşgul Osmanlı vatandaşlarının benzer koşullarda ödediği vergi ve rüsümlara eşdeğerde yükümlülüklerden sorumlu olacaktır.

-          Eğer herhangi bir Osmanlı ürünü Britanyalı tacirler veya onların temsilcileri tarafından ihraç amacıyla satın alınırsa bu mallar her türlü vergi, resim ve harçlardan muaf olarak gemiye yüklenecekleri noktaya kadar götürüleceklerdir.

Ana ilkelerini böylece sıralamış olduğumuz 1838 Sözleşmesi İngiltere ye ekonomik açıdan büyük ayrıcalıklar sağlamıştır. Bu ayrıcalıklardan daha sonra diğer batı ülkeleri de yararlanmışlardır. 1838 Ticaret Sözleşmesinin Osmanlı toplumu açısından bir başka önemli yönü de kapitalist üretim ilişkilerinin ülkeye girişinin kapısını açmasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri Osmanlı kesimine önce ticaret kesiminde girmiş sonra da yabancı sermaye yatırımları ile yaygınlaşmıştır.

    1838 Ticaret Sözleşmesi ile Osmanlı Ülkesine sınırsızca el atma yetkisi alan Batı Avrupa ülkeleri tüccarının gereksendiği yasal ortam 1839 Tanzimat Fermanı ile sağlanmıştır. Bu ferman Osmanlı merkezi otoritesinin egemenliğini sınırlayan ve bu sınırlamayı bütün Osmanlı halkına duyuran ilk belgedir. Bu belgeyi Avrupa burjuvazisinin Osmanlı ülkesi içerisindeki eylemlerini güvence altına alan bir yasal çerçeve gibi kabul etmek yanlış olmaz. (5)

    Ve nihayet 1838 Osmanlı topraklarında ilk banka kurma girişiminin görüldüğü yıldır. İngiltere’ nin Bursa konsolosu Sandison İngiliz sermaye çevreleri adına Mustafa Reşit Paşaya ilk banka önerisini getirir. Bu öneri sonuç vermese de ilk adım atılmıştır. Kısa bir süre sonra batı anlamında ilk kredi kurumları Osmanlı da faaliyete geçer. 1820 lerden itibaren kapalı, durağan olan ekonomik yapısından kurtulan Osmanlı parasallaşma dönemine girmiştir ve artık dinamik, büyüyen,gelişen bir ekonomik yapı ortaya çıkar.

    1844 tarihli Tahsis-i Ayar ya da para reformuyla mecidiye kesimine geçilir. Bundan böyle 16. yy fiyat devriminden beri Osmanlı parasının vezin ve ayarını düşürerek , devletin izlediği istikrardan yoksun para politikasına son verilir. “kaime” gibi başarısız kağıt para deneyimleri bir tarafa bırakılırsa Osmanlı kuruşu etkin bir mübadele aracı olur.

    Ekonominin parasallaşması dış ticaret hacmindeki gelişmeler ve nihayet iktisadi büyüme Tanzimat ile birlikte iktisadi kurumsallaşmayı gündeme getirir. Kurumsallaşma sürecinde bankalar ya da kredi kurumları dikkati çeker. Banka sistemi Osmanlının dış borç akitlerinde etkin rol oynar ; ödemeler bilançosunda görülmeyen kalemler büyük ölçüde bankalar aracılığıyla işlem görür. 1875’te Meclis-i Ticaret ve Ziraat kurulur. Onu ticaret, ziraat ve sanayi odaları izler. Tahvilat borsası faaliyete geçer.

    Tarımda meta üretimine geçilir. Tarımsal ilişkiler parasallaşır. Dış ticarette tarımsal ürünler başı çeker, toprakta mülkiyet ilişkileri pekiştirilir verim arttırıcı önlemler alınır, özendirici politikalar izlenir, bir tarım devrimi yaşanmasa da ülke ekonomisini büyüme sürecine sokan bir tarımsal yapı oluşur. Lonca yapılı zanaat çözülmeye yüz tutar. Kethüdalığın sınırlayıcı ve denetleyici üretim yapısı bırakılır. Tarım dışı üretimde serbestiyet tanınır. Pazara açılan atölyelerde üretim yaygınlaşır. Dokuma , deri gibi kesimlerde ileri teknoloji uygulanır. Beceri sahibi usta yetiştirilir. Sanayi toplumu ölçüleri giderek toplumda yer etmeye başlar.

    Yerel ticaret ağı ülke ve uluslar arası düzeye çıkarılır. Demiryolları ve buharlı gemiler sayesinde ulaşım kesiminde gerçekleştirilen dönüşümlerle iç Pazar pekiştirilir. Batı Anadolu ve Balkanlar gibi geleneksel tarımın çözüldüğü yörelerde ticaret dinamik bir görünüm kazanır. Özellikle büyük buhran olarak nitelendirilen dönemden (1873/96) sonra tarımda yapısal dönüşümler izlenir. Dış pazarın belirleyiciliğinde yeni tüketim yapıları oluşur. Ancak dışa açılım ülke ekonomisinde ikili bir yapının oluşumunu da kaçınılmaz kılar. Dış pazara açılmış kent ağırlıklı adacıklar yanı sıra ticaretten nasibini alamayan geçimlik yapılar bir süre daha birlikteliğini sürdürür. Anadolu Hinterlandı Anadolu-Bağdat Demiryolu ile birlikte gerçek anlamda kabuk değiştirmeye başlar. Daha önceki demiryollarının aksine bu yeni hat iç pazarı güçlendirir. Demiryolu güzergahı kısa sürede ulusal pazarla bütünleşir ve ülke düzeyinde ekonomik bütünselliğe doğru önemli bir adım atılır.

 

 C. OSMANLI’ da  KAPİTALİZM ve TİCARETİN GELİŞİMİ

    Osmanlı Devleti’nin bilinen çöküş öyküsü 19.yy dış ekonomik ilişkilerdeki bağımlılık sorunundan kaynaklanır. Bağımlılık açılımında ise kapitülasyonlar belirleyicidir. Bu teze göre 1. Dünya Savaşı’na değin Osmanlı’nın dış ekonomik ilişkilerini kapitülasyonlar çizmiştir. Babıali gümrük politikasını dilediğince yönlendirememiş yapmış olduğu ticaret sözleşmeleri karar özgürlüğünü sınırlamıştır. Osmanlı gümrük politikasında mali kaygılar en azından 2. Meşrutiyete değin egemen olmuş gümrük rüsumu devlet maliyesi açısından önemli gelir kaynağı oluşturmuştur. Ancak Babıali gümrük tarifelerini arttırmayı her deneyişinde karşısında Batı’nın Düvel-i Muazzamasını bulmuştur. Kapitülasyonlarla ayrıcalık tanıdığı devletlerin onayını almaksızın dış ticaret politikasında herhangi bir değişikliğe gidememiştir.

    Öte yandan 19.yy da mutlakiyetçi Osmanlı devlet geleneğine karşı liberal düşünceye sığınan Osmanlı aydını iktisadi alanda da liberalizmi benimsemiş Smith , Ricardo, Bastiat gibi klasik iktisatçılardan esinlenerek serbest dış ticaret ilkesine arka çıkmıştır. II. Meşrutiyet yıllarında giderek güçlenen milliyetçilik, Osmanlı aydınının iktisadi düşünüşünü de etkilemekte gecikmemiştir ve milli iktisat politikaları benimsenmiş serbest dış ticaret politikasından vazgeçerek  koruyucu bir dış politika uygulamaya özenmiştir.

    I. Dünya Savaşını fırsat bilen İttihat ve Terakki kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırır ardından ad velorem ( değere göre) tarifeden spesifik (miktara göre) tarifeye geçilir. Babıali bundan böyle seçici bir gümrük politikası izleyerek gümrüklerinin yabancı devletlerin onayını almaksızın dilediğince yükseltebilecek bir konum kazanmıştır. Kapitülasyonların kaldırılışı ve yeni gümrük tarifesi “bağımsızlık” doğrultusunda atılmış önemli adımlar olarak  gösterilebilir.

    Tanzimat’ın  gündeme getirdiği ya da pekiştirdiği bürokrasi Osmanlı kalemiye sınıfında çok daha farklı bir yapıda patriarkal (ataerkil) unsurlardan arındırılmış bir devlet aygıtıdır. Tıpkı batıda oluşan ulus devletlerin çizdiği yörünge doğrulusunda gelişen bir yöntem biçimidir.

    Osmanlı çöküş öykülerinin belki de en büyük dayanak noktası “ekonomik” etkendir. Osmanlı Devletinin 1820ler ertesi Batıya hızla açılması batıyla yoğun ticari ilişkilere girişmesi ve ardından borçlanması ülkeyi yabancı sermayeye açması ve Duyun-ı Umumiye gibi “devlet içinde devlet” kurumlarının oluşmasına ortam sağlaması tarihçilerimiz, iktisatçılarımız ve toplumbilimcilerimizce “emperyalizm” “merkez çevre” ve “bağımlılık” ışığında görülür. Diğer bir değişle çöküntünün ardında bir tür yarı sömürgeleşme yatar.

Yakın tarihimiz çöküntü olarak görüldüğünde fatura kuşkusuz bir iç ya da dış etkene çıkarılır. Kimileri  klasik emperyalizm kuramına ya da güncel merkez çevre  kuramına yaslanarak dış etkeni vurgular.

    Osmanlı ekonomisinin ve toplumunun 19. yy dan itibaren kabuk değiştirdiğini tüm kurumsal yasal yapısal biçimleriyle yeni bir toplum dokusuna yöneldiğini savunmak bugün için yine de güç bir uğraştır.

    Osmanlının gelişiminin ancak geleneksel, fiskalist, provizyonist, klasik ekonomik modelinin çözülmesiyle sağlanabileceğinin, dış ticaretin neden olduğu tüm yapısal çarpıklıklara karşın “çözücü işlevinin” bu açıdan önemli bir rol oynadığını ekonomide gelişme için zorunlu parasallaşma ve ticaretleşme sürecinin ülkenin kıymetli maden stoklarıyla gerçekleşmeyeceğini , ekonomik büyüme için gerekli para miktarının (kağıt paranın geçer akçe olmadığı bir ortamda) ancak “borç” ya da her ne biçimde olursa olsun dış kredilerle sağlanabileceğinin önermek belki de güncel kaygılarla erken gelebilir.

    Ancak çağdaş bir Türkiye’nin temelleri aranacaksa değişime yönelen durağan yapılardan arınmayı amaçlayan bir toplumsal düzenin ilk evrelerinin izi sürülecekse 19.yy başlarının bir kırılma noktası olarak görmek er geç hiç  olmazsa iktisat tarihi için kaçınılmaz bir yazgıdır. (6)

    XVII. asrın sonuna kadar askeri sahada olduğu gibi iktisadi faaliyetler bakımından da dünya milletleri arasında mümtaz bir yere sahip olan Osmanlı Devleti o tarihte başlayan sanayi inkılabına katılamadığından bu mevkiini koruyamamıştı. Devletçe vücuda getirilen harp sanayi bile zamanla ordunun artan ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmiş 1880 yılından sonra tek tük kurulmasına başlanan hususi müesseseler ise ne miktar ne de keyfiyet bakımından memleketin sanayileşmesini sağlayacak ölçüde olmamıştır. Bu itibarla 1914’te Osmanlı Devleti bir sanayi devleti vasfını muhafaza ediyor ve batıya nazaran iktisaden geri kalmış durumda bulunuyordu. Batı Avrupa’da gelir seviyesi nufus başına ortalama 170 Çarlık Rusya’sında 68 dolarken Osmanlı İmparatorluğunda çok farklı bir tevzi nazarı itibara alınmazsa ortalama 44 dolardan ibaretti. Bu miktar Trakya ,İstanbul ve Batı Anadolu ortalaması için 66 dolara yükseliyor. Irakta 35 dolara düşüyordu.her ne hal ise imparatorluk Balkanlar ve Ortadoğu’da gerek nüfusu , gerek müesseseleri ve hatta iktisadi kudreti bakımından hala bir dev manzarası arz ediyordu. (7)

    Osamnlı İmparatorluğunun Batı Avrupa devletlerine nazaran geri kalmış olması dahili olduğu kadar dış sebeplerden ileri geliyordu. İç sebepler arasında iktisadi faaliyetleri ve teşebbüs fikrini tahdid eden ve hatta baltalayan eski nizamların uzun zaman muhafaza edilmiş olması gelir. Memleketi müteaddit pazarlara bölen dahili gümrükler geniş bir piyasa isteyen büyük sanayinin kurulmasına 1873 yılına kadar engel olmuştur. Küçük sanatların hakim olduğu bir zamanda teşekkül eden lonca ve gedik teşkilatı ise tanzimata kadar sürdürülmüştür. Ayrıca eskimiş bir tedris usulünün tatbiki ve gençleri iktisadi ve içtimai hayatta müessir ve müsmir olacak şekilde yetiştirecek yerde tedrisata iş hayatının icaplarına uymayan dini bir veçhe verilmesi iktisadi kalkınmayı önleyen amillerden biri olmuştur. Dış sebeplere gelince; bunların başında yeni kurulacak müesseselere kudretli yabancı rakipleri karşısında yaşama imkanının sağlanamamasıdır. Zira uluslararası anlaşmalar ve kapitülasyonlar sonuna kadar himaye siyasetinin uygulanmasına engel olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu her yöne açık bir pazardı ve zayıf ve tecrübesiz müesseselerin böyle bir ortamda gelişmesi mümkün değildi. (8)     

                                                                                                             

  D.DIŞ BORÇLAR VE DEVLET MALİYESİ

    Osmanlı İmparatorluğunda yabancı sermaye geniş ve emin bir faaliyet sahası bulmuştur. Geniş çünkü el atılmamış iş sahaları mevcuttu; emin , çünkü yatırılan sermayenin gelirini teminat altına almak mümkündü. Böyle bir iklimde yabancı sermayenin dal budak sarmasına şaşmamalıdır.

    Yabancı sermaye sayesinde imparatorlukta 6770 km demiryolu döşenmiş, buna karşılık milli sermaye yalnız 1564 km’lik Hicaz demiryolunun inşasında faal bir rol oynamıştır. İmparatorluk demiryollarının finansmanı konusunda yabancı şirketlerle yaptığı anlaşmalarda bütün imtiyaz devresini kapsamak üzere kilometre teminatı sistemini kabul ve tatbik etmiştir. Bu sistemde imtiyaz sahibine kilometre başına  güven altına alınmış bir hasılat sağlanıyor , fiili hasılat sağlanan miktarın altına düştüğü taktirde , aradaki farkı devlet ödüyor . hasılat fazla olursa, fazlalık mukaveledeki esaslar dahilinde devlet ve şirket arasında paylaşılıyordu. Bu sistemin en büyük sakıncası muayyen bir geliri teminat altına alan şirketlerin masraf ihtiyariyle verimi artıracak ıslahata ihtiyaç duymaları olmuştur. Nitekim imparatorlukta demir yolu işletmeciliğinin ağır inkişafını teminat usulünün bu şekildeki tatbikatına adfetmek mümkündür. Devleti bu yolu tercihe götüren sebepler ise , işletme ile ilgili denetlemenin kolay ve hızla yapılabilmesi ve ihtilaf mevzunlarının asgari hadde düşürülmesi arzusu da aranmalıdır.

    Yatırım gayesi dışında devlet cari masraflarını karşılamak maksadıyla da büyük ölçüde yabancı sermayeye başvurmuştur. Osmanlı maliyesinin yabancı nüfus ve hakimiyeti altına girmesine sebep olan dış dinamikler Kırım Harbi zamanında başlamış o tarihten 1914 yılına kadar, pek çok değişim geçirerek  arasız devam etmiştir. 1914 yılı sonunda dış istikrazların bağlı olduğu miktar şöyle idi :

                                                        Milyon osm. Lirası

   itibari sermaye                                    162.1

  tedavül eden miktar                             141.3

  yıllık mürettebat                                     9.13

 

  Her ne kadar borçların itibari kıymeti 162 milyon olarak tahakkuk etmiş ise de devletin bu istikrazlardan kasasına giren para 110 milyonu geçmemiştir. Bu muazzam borç yükü devletin iktisadi hayata faal bir rol oynamasına durgun bir ekonomiyi harekete geçirecek yatırımlar yapmasına mani oluyordu. Vergi yükü bugünkü ölçülere göre çok hafif ve şahsi gelirlerin ortalama  %9 nisbetini geçmiyordu. Fakat vergi mevzuatı adalet prensiplerine uymuyor şehirlilerin ödediği vergi gelirin ortalama %6 sını  geçmezken köy halkına tahmil edilen vergi % 13 nisbetini buluyordu. Ticari ve mali müesseseler 1914 Reformuna kadar hemen hemen vergi ödememekteydiler. Savaşın başlamasından hemen sonra kabul edilen 30 Kasım 1330 tarihli Temettü Vergisi Muvakkat Kanunu vergi adaletsizliğini ortadan kaldıramamış eskisi gibi en ağır yük ziraatin üstünde kalmıştır. Balkan Savaşları sırasında ortaya çıkan büyük masrafları karşılamak amacıyla kabul edilen 5 Ağustos 1328 tarihli Savaş Vergisi Kanununun tatbikine savaştan sonra devam olunmuştur. Bu kanunla bazı vergilere cüzi zamlar yapılmış ve ilk defa olarak umumi muazzeneye dahil maaş ve tahsisatlardan Evkaf Nezareti , Ziraat Bankası gibi resmi daire ve kuruluşlar da dahil olduğu halde %3 nisbetinde bir vergi alınmasına başlanmıştı.

    Eskimiş, günün ihtiyaçlarına cevap veremeyecek hale gelmiş büyük gelir kaynaklarını etkisi dışında bırakan bir vergi sitemini devam ettiren imparatorluk, tabiatıyla bütçelerin daima açık vermesini önleyememiştir. Bu açığın çeyrek asır zarfındaki kümülatif tutarı 6 milyar kuruşu bulmuş ve dış istikrazlar hasılatıyla kapatılmıştır. Savaştan önce son istikraz anlaşması 15 Nisan 1914 tarihinde Fransızlarla yapılmış bunun 25 milyon liralık kısmı Osmanlı Bankası vasıtasıyla tahsil edilmiştir. Bu istikraza karşılık olarak Suriye’de bazı demiryolu ve Hayfa ve TrablusŞam limanlarının işletme imtiyazı verilmiştir. Paris ve Londra sermaye piyasaları imparatorluğa kapanınca istikraz talepleri Almanya’ya yönelmiştir.

    1911 yılından beri Osmanlı bütçeleri savaşların etkisi altında bulunmuştur. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının devlete maliyeti bütçelerden istihraç edilebildiği kadar 30 milyon Osmanlı lirasını bulmuştur. Bu suretle muhtad bütçe açığına savaşlardan mütevlit fevkalade masraflar inzimam etmiştir. Bu arada savaşlara rağmen devlet gelirleri 1914 yılına kadar düzenli olarak artmıştır. Maliye Nezareti bu durumu  devamlı hale getirmek için Balkan Harbinden sonra terk edilen arazideki geliri ayırarak 1914 hudutları dahilindeki vergi tahsilatını daha önceki seneler için de hesaplamıştır. 1332 Bütçesi umulmayan durum tasarısında da bu hususa temas edilerek imparatorluk iktisadi ahvalin inkişafa müstaid ve müsaid bulunduğu görüşü ileri sürülmüştür. (9)

    Osmanlı devletinde tarım arazilerinin kuru mülkiyetinin Devlete aidiyeti esasının kabülü veya daha önceki Türk-İslam Devletlerindeki bu sistemin devam ettirilmesi mülkiyet hakkının yaygınlaştırılması ve her çitçi ailesinin yeterli toprağa sahip olması amacını sağlamaya matuftu. Ekonomisinin temeli tarımsal üretime dayanan toplumlarda çitçi ailelerinin  işlettikleri toprağın sahibi olmaları üretimin artışı ve sosyal huzurun devamı için gerçekleştirilmesi şart olan bir unsurdur. Osmanlı Devletinde ülkenin büyük bir kısmında uygulanan miri toprak rejimi bu amacı sağlamıştı. Bunun sonucu olarak tarımsal üretim ihtiyacı karşılayacak nitelik ve miktarda olmuş çitçi refah içinde yaşamıştır.  Ancak bazı ekonomik nedenlerle toprak düzeni bozulmuş çitçi topraksız kalmış topraklar sermayedar ağa bey gibi kesimlerin elinde toplanmıştır. Topraksız köylü şehirlere göçe mecbur kalmıştır. Zaten miri arazi rejimi Anadolu’nun güney ve güneydoğu bölgelerinde uygulanamamış büyük toprak ve malikane sahiplerine dokunulmadığı gibi zaman zaman bu kişilere padişahlar tarafından mülk arazi tevcihlerinde bulunulmuştur. Bu bölgelerin halkı ağa ve beylerin topraklarında tarım işçisi (ırgat) olarak çalışmışlardır. Anadolu’nun diğer bölgelerinde miri arazinin mülk araziye dönüşümü sonucu toprak belli ellerde toplanmış eski toprak sahibi köylü topraksız kalmıştır.başka bir deyimle herkesin toprak sahibi olması amacından uzaklaşılmış ve bu fiilen imkansız hale gelmiştir. İstenmeyen husus toprağın kuru mülkiyetinin çiftçiye geçmesi ve devletin kuru toprak düzenine müdahale imkanını kaybetmesiydi. Bazı kayıtlarla bir özel mülkiyet hakkı olan tasarruf hakkının çitçiye aidiyeti çitçi için yeterliydi. Çitçi toprağı devamlı olarak işlemek zorundaydı. Düzenin bozulması ile çitçi çoğu zaman mültezimler ve tefeciler karşısında yalnız kalmış ve sahip olduğu tasarruf hakkını kaybetmiştir. Devlet gerek bizzat çıkardığı kanunlarla gerekse fiili durumların sonucu olarak sahip olduğu kuru mülkiyet hakkını da kaybetmiştir. Tarıma elverişli toprakların büyük bir kısmı ekilemiyor ve devlet son zamanlarında un ve buğday ithal etmek zorunda kalıyordu. İşte yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletine Osmanlı Devletinden kalan toprak düzeni amacından uzaklaşmış toprağın belli ellerde toplanmış olduğu ve köylünün çoğunun topraksız veya az topraklı bulunduğu bir ekonomik ve sosyal yapıdan ibaretti. (10)

 

 

 

KAYNAKÇA :

1.   SİNA AKŞİN  , Türkiye Tarihi III    CEM TARİH YAYIN.

2.   SİNA AKŞİN  , Türkiye Tarihi III    CEM TARİH YAYIN.

3.   TOM BOTTOMORE  , Marksist Düşünce Sözlüğü   İLETİŞİM YAYIN.

4.   SİNA AKŞİN  , Türkiye Tarihi III    CEM TARİH YAYIN.

5.   TEVFİK ÇAVDAR  , Türkiye’de Liberalizm   İMGE KİTABEVİ

6.   NİYAZİ BERKES  , Türkiye İktisat Tarihi  ,

7.   VEDAT ELDEM , Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomisi ,

8.   MUSTAFA AKDAĞ  , Türkiye’nin İktisadi ve içtimai Tarihi

9.   HALİL CİN , Miri Arazi ve bu Arazinin Mülk Haline Dönüşümü

10. ŞERİF MARDİN  , Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişimi

 

 DEĞİNİLEN BAŞLICA KAVRAMLAR

     FİSKALİZM:   devlet varidatını azamileştirerek siyasi yapıya istikrar kazandırır.

     PROVİZYONİZM : işletmelerde ileride behamahal olacak zararları karşılamak için ayrılan tutara provizyon denir. Provizyonist görüş de ayrılan bu tutar doğrultusunda hareket etmeyi amaçlar.

     MERKANTALİST : Değerli Maden stoklarının artırılmasını öngören ekonomik sistemdir. İtalyanca merkanta kelimesinden gelir ve anlamı Avrupa pazarında doğulu tüccar demektir. Bunlara göre devler ancak altın stokunun arttırlımasıyla zengin olabilir.

     HİNTERLAND :  Bir limanın gerisinde bulunup ithalat ve ihracatını o limandan gerçekleştiren bölgedir.

 

 GAZİ ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ

 

    KAMU YÖNETİMİ  3. DÖNEM  

               

            TÜRKİYE EKONOMİSİ ÖDEVİ

                     

                      KONU: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Miras Kalan Ekonomi

 

                              Hazırlayan :

                                   CERAY CEYLAN 

                                   010730035

                                   KAMU II/A

Anasayfa | Ali Erbaş | Günel Erdem | Necati Genç | Sadi Erbaş | Ali Bozdağ | Hacı Ercan | Ulaş Köksal | Ceray Ceylan | Oktay Erbaş | Yakup Cemil

Yenilik: 22.04.11