
|
|
Türkiye BASININDAN
seçmeler |
Kız mısın, oğlan mısın kâfir!
Kabul etmek lazım ki, hayatın kendisi bütün
kuramlardan daha zengin, yaratıcı ve şaşırtıcıdır. Yıllardır tartışır
dururuz: Kadını erkeğin yarısı sayan dini hükümlerin uygulanması doğru
mudur, çağdaş dünyadaki gelişmelerle bağdaşabilir mi? 'Elhakk doğrudur'
diyenler sadece kutsal metinleri öne sürmekle kalmazlar, aynı zamanda buna
gerekçe olarak kadınların çeşitli zaaflarını öne sürerler idi.
Tıp ve hukuk bu tartışmaya yeni bir boyut getirmişe benzer. Gazetelerde
okumuş olmalısınız. Suudi Arabistanlı Ahmed namında bir delikanlı kendisini
kadın gibi hissettiği için babasından kalan paracıkları harcayarak kadın
olmuş. (Ameliyat elbette Arabistan'da değil, Amerika'da yapılmış.) Şeriatı
uygulayan Arabistan'da kadınların mirastan aldıkları pay, erkeklerin payının
ancak yarısı olduğu için, cinsiyet değiştiren delikanlının akrabaları hemen
mahkemeye başvurmuş:
"Artık kadın olduğuna göre, haksız olarak mirastan aldığı parayı bize geri
versin!" Mahkeme talebi reddetmiş: "Mirası aldığı sırada erkekti!"
Tabii bu hikâyeye insanın ilk tepkisi şu oluyor: "Suudi Arabistan gibi bir
ülkede erkekliği bırakıp kadın olmaya kalkmak akıl kârı mıdır?" Elbette
değil. Ama demek ki o genç adamın kadın olma isteği öylesine güçlüymüş ki,
başına gelecekleri bile bile bu yola başvurmuş. Kadın olma arzusunun ne
kadar kuvvetli olduğunu gösterdiği gibi, kadınlığın şaşılası bir cazibesi
bulunduğunu da gösteriyordur belki bu olay, olamaz mı?
Beni Suudi Arabistan'ın geleceği konusunda endişeye düşüren asıl şey, bu
cinsiyet değiştirme olayının duyulmasından sonra bambaşka gelişmelerin de
yaşanma ihtimalidir.
Kadınlık normal koşullarda son derece itibarlı ve cazip bir hal olsa da,
Suudi Arabistan ve Afganistan gibi ülkelerde pek de sevimli bir statü
taşımıyor. Şeriata göre bir erkek dört kadınla evlenebilir, istediği kadar
cariyeye sahip olabilir, serkeşlik eden karısını dövebilir, 'Boş ol!' deyip
kadını sokağa bırakabilir, kadınlar, erkeklerin aldığı mirasın ancak
yarısını alır, yanında bir erkek bulunmadan sokağa bile çıkamaz, yöneticilik
makamlarına getirilmezler...
Biliyorum, bu söylenenlerin aslında ne kadar mantıklı ve makul olduğunu
bilen ve anlatan (veya aslında bunların birer yanlış anlamadan
kaynaklandığını, gerçek dinin böyle söylemediğini ileri süren) pek çok kişi
çıkacak, hatta zahmet edip 'e-mail' yardımıyla beni tenvir etmeye
kalkışanlar da olacaktır.
Hiç zahmet etmesinler, dediklerini ve diyeceklerini biliyorum. Benim derdim
'dinle' değil, 'toplumla.' Arabistan, Afganistan, Pakistan gibi erkek egemen
toplumlarda kadınlara haksızlık yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Nedeni ister
din olsun, ister gelenek, iserse de yanlış yorumlamalar. Sonuç değişmiyor.
Gelmek istediğim nokta şudur ki, bu ülkelerde baskı ve haksızlıklardan
yılmış olan kadınlar (en azından parası olanlar) Ahmed'in yaptığının tersini
yapar ve ameliyatla erkek olmaya başlarsa ve bu iş gittikçe yaygınlaşırsa ne
olacak? 'Olmaz canım' demeyin. Baskı altında kalan kadınların neye
başvuracağı hiç belli olmaz. Ve erkek olan kadınlar, miras hakkından dayak
hakkına kadar her şeyi tersine çevirip ortalığı birbirine katarsa...
Teknoloji harika işler yapıyor, ama bazen de ortalığı alabildiğine
karıştırıyor işte. Belki de en iyisi, cinsler arası eşitliği kabul etmek.
Ayrım yapmak gittikçe anlamını yitiriyor zira.
Türker Alkan |
Ölü yatırım abideleri
Şanlıurfa'da yapımına 13 yıl önce başlanan 30
bin kişilik futbol stadı ödeneksizlik yüzünden bitirilemedi. Edirne'de yedi
yıl önce başlanan Hamzadere Barajı'nda iş makineleri paslanıyor
DHA
- ŞANLIURFA/EDİRNE - Türkiye'de yıllar önce yapılan yatırımlar ödeneksizlik
nedeniyle tamamlanamıyor. Yapımına 1992 yılında başlanan 30 bin kişilik
Şanlıurfa Stadı'nın tamamlanması için 19 trilyon liraya ihtiyaç var.
Edirne'nin GAP'ı olarak nitelendirilen Hamzadere Barajı'na ise çivi bile
çakılmıyor.
13 bin 600 metrekare tribün oturma alanı olan ve toplam 26 bin 400 metrekare
alanı kapsayan Şanlıurfa Stadı'nın temelini dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel atmış ve üç yılda bitirilmesi hedeflenmişti. Stadın projesi
içerisinde, sekiz kulvarlı atletizm pisti, 500 kişilik şeref tribünü, tamamı
kapalı tribün, 22 sporcu soyunma odası, üç kondisyon salonu, 16 antrenman
salonu, dört kulvarlı 60 metrelik atletizm salonu, 13 naklen yayın odası ve
iki toplantı salonu bulunuyor.
İnşaatını üstlenen Bozyıl İnşaat'ın şantiye şefi Mehmet Çetin, geçen 13 yıl
içerisinde yaklaşık 13 trilyon lira harcama yapılarak inşaatın yüzde 70'ler
düzeyine getirildiğini söyledi. Çetin, şu bilgileri verdi: "Tamamen
bitirilmesi için yaklaşık 19 trilyon liraya ihtiyacımız var. 2004 yılında 2
trilyon 900 milyar lira ödenek ayrılmasına rağmen, 1 trilyon 400 milyar lira
geldi. Bu hızla inşaatın 4-5 yıl daha devam edeceğini tahmin ediyorum.
Tamamlansa bile, çevre düzenlemesi ve yol sorunu halledilmediği için hemen
hizmete açmak mümkün olmayacak. Üç yılda tamamlanmış olsaydı devlete
maliyeti 600 milyar lira olacaktı. Fakat 13 yıl uzamasıyla, bugünkü birim
fiyatlarına göre 40 trilyona ulaşacak. 2005 bütçesinden 19 trilyon liralık
ödenek temin edilirse, bir yıl içinde hizmete hazır hale getirebiliriz."
Yolu bile bitirilmedi
İpsala'nın Koyuntepe Köyü'nde yedi yıl önce temeli atılan baraj inşaatında
bugüne kadar tek kazma vurulmadı. İnşaat için getirilen iş makineleri
çürümeye terk edildi. Dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz tarafından
"Bölgenin GAP'ı olacak" sloganıyla temeli atılan Hamzadere Barajı'ndan,
İpsala Ovası'ndaki üreticiler umudunu kesti. İpsala Ovası'nda 340 bin dönüm
alanı sulayacak barajın temeli atıldıktan sonra yüklenici firma, önce inşaat
alanına malzeme taşınması için yolun yapımına başladı. Ayrılan ödeneklerle
inşaatta kullanılacak kil ve taşların getirileceği 16 kilometrelik yolun 13
kilometrelik bölümü tamamlanabildi. Barajın ana gövdesi için kazma dahi
vurulmadı. Baraj inşaatı için 150 kişinin barınabileceği, inşaata çalışacak
araçların gerektiğinde onarımının yapılacağı bir atölye MNG MAPA A.Ş
tarafından kuruldu. Ancak atölyenin çatısı fırtınada uçtu. Şantiyenin
bahçesinde ağır iş makineleri, yüksek tonajlı makineler, dozerler,
grayderler yıllardan beri bekliyor. Şirket tarafından şantiyede bekçi olarak
görevlendirilen Hayati Fidan, "Ödenek olmadığı için baraja malzeme taşınacak
yol dahi tamamlanamadı. Son işçiler de firmanın Erzurum'daki bir başka
inşaatında görevlendirildi. Ben de burada kalan trilyonluk makineleri
bekliyorum" diye konuştu.
'Bölgenin GAP'ı
olacaktı'
Türkiye'de 28 Şubat sürecinde DYP'den istifa ederek ANAP'a katılan ve üç
dönem milletvekilliği yaptıktan sonra şimdi Yapıldak Köyü'nde çiftçi olan
Evren Bulut, "Ben parti değiştirdiğimde bana Mesut Yılmaz ne istediğimi
sordu. Ben de kendisinden Hamzadere Barajı'nı yapmasını istedim. Sonra gelip
temelini attık. Erken seçimler ve koalisyon hükümetlerinin değişmesi sonucu
bu barajlara bir türlü ödenek ayrılmadı" dedi.
Evren Bulut, konuşmasına şöyle devam etti: "Dünyada petrolden sonra en
önemli kaynak sudur. Türkiye'nin kaynaklarının yüzde 50'si denizlere akıyor.
Bizim bölgemizde de Edirne'den gelip Enez'e dökülen Meriç Nehri'miz var.
Yunanistan ve Bulgaristan hududunu oluşturan bu nehrin yılda 6-7 milyar
metreküp su taşıdığı tespit edilmiş durumda. Bu da GAP'ın üçte biridir.
Petrolden sonra bizim ayçiçek ve pirince ödediğimiz rakam yılda 1 milyar
doların üzerindedir." |
Rice,
ailesinin sözünü dinledi
Rice ailesi kızlarına derdi ki: 'Beyazlarla
aynı hamburgercide yiyemeyebilirsin, ama ABD Başkanı olabilirsin'. Bu öğüde
uyup ırkçılıkla savaşmak yerine kendini eğiten Rice, artık ABD'nin ilk siyah
kadın dışişleri bakanı
VAHİT BORA
Portre: Condoleezza Rice
Kazasız belasız geçen 2 Kasım başkanlık seçiminde 'Dere geçerken at
değiştirilmez' diye düşünen Amerikan halkı, dört yıl daha George W. Bush'ta
karar kıldı. 2. Bush döneminin başlamasıyla kabinede de yaprak dökümü
başladı. Dünyanın en çok ilgilendiği nöbet değişimi ise geçen hafta
dışişleri bakanlığı koltuğunda yaşandı. Muhafazakârlarla yıldızı hiç
barışmayan 'güvercin' Colin Powell istifasını sunup 'şahin yuvası'ndan uçtu.
Artık ABD dış politikasındaki 'yapılacak işler listesi'ni dört yıl boyunca
dolduracak isim ise Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, nam-ı diğer
'Condi'. Peki piyanist, buz patencisi ve profesörlük gibi vasıfları olan bu
'koyu renkli şahin' kim?
Dünya Rice'ı, 2000'de Ulusal Güvenlik Danışmanlığı'na atanmasıyla tanıdı.
Bush'u peşi sıra takip eden, renkli döpiyesli bu kadın ABD'nin ilk siyah
kökenli Ulusal Güvenlik Danışmanı'ydı.
Önlenemez yükselişi
Geçen hafta 14 Kasım'da 50'sini deviren Condi, 1954'te ırk ayrımının had
safhada olduğu Alabama eyaletinin Birmingham kentinde dünyaya geldi. Annesi
müzik öğretmeni, babası ise 'sporsever' ve dini bütün bir okul müdürü olan
Rice'ın çocukluğu siyahlarla beyazların ayrı otobüslere bindiği günlerde
geçti. Rice sekiz yaşındayken ırkçılığın vahşetini bizzat yaşadı. Babasıyla
kilisede beklerken Ku Klux Klan'ın iki sokak ötede yaptığı bombalı saldırı,
biri anaokulundan sınıf arkadaşı dört küçük siyah kızın canını aldı.
Sonradan o günleri, "İlerleyebilmek için beyazlardan iki kat iyi olmam
gerekiyordu" diye anlatan Rice, yine de hiçbir zaman ırkçılığa karşı sesini
yükseltmedi. Ailesinin, 'Beyazların yemek yediği Woolworth'e girerek bir
hamburger yiyemeyebilirsin, ancak
Amerikan başkanı olabilirsin' sözüne inanan Rice, etliye sütlüye karışmadan
kendini kurtarmanın yollarını aradı. Beyazların dünyasında bunun yolunun
eğitimli olmaktan geçtiğini anladığında da önlenemez yükselişi başladı.
Albright'ın babası
etkili oldu
Adı, İtalyanca da 'müzik aletini tatlılıkla çalmak' anlamına gelen 'con
dolcezza'dan gelen Condoleezza'nın yetenekli parmakları çabucak keşfedildi
ve 15 yaşında Denver Üniversitesi Müzik Bölümü'ne kabul edildi. Ama
üniversiteden Brahms çalan bir piyanist olarak değil siyaset bilimi
diplomalı bir kız olarak çıktı. Notalardan kopup politikaya sıçrama
tercihinde ise bir profesörü etkili oldu. Ne ilginçtir ki, Rice'ı politikaya
yönelten Josef Korbel adlı Çek göçmeni bu profesör, Clinton döneminde
ABD'nin ilk kadın Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright'ın babasıydı.
Akademik kariyerin basamaklarını hızla tırmanan Rice, yaşıtları daha
üniversiteyi yeni bitirken, 26'sında profesör oldu. Soğuk Savaş'ın 'azılı
düşmanı' Sovyetler Birliği alanında uzmanlaşan, su gibi Rusça konuşan Dr.
Rice, Stanford Üniversitesi'nde ders vermeye başladı.
Siyasete ilk adım
1982'de siyah seçmenden yüzde 10'dan fazla oy alamayan Cumhuriyetçi Parti'ye
kaydolarak da siyasete ilk adımını attı. 1986'da Beyaz Saray'dan içeri giren
Rice, Reagan yönetiminin uluslararası ilişkiler konseyinde görev aldı. Üç
yıl sonra da 'baba' Bush'un ulusal güvenlik konseyinde Sovyetler bölümünün
başına geçti. 1990'larda Rice ABD'nin Soğuk Savaş sonrası Rusya ve Doğu
Avrupa politikaların baş mimarlarındandı. 1993'te Stanford Üniversitesi'nin
ilk kadın, ilk siyah ve en genç rektörü unvanını alan Rice, bunca
koşuşturmanın meyvesini, ABD'nin 125 yıllık petrol şirketi Chevron'un
yönetim kurulu başkanlığıyla topladı. Hatta Chevron şirketi en büyük petrol
tankerine 'Condoleezza Rice' adını verdi.
'Savaş prensesi'
1990'ların sonlarında Bush ailesiyle tanışan Rice, 2000'deki kampanyada
Bush'un ekibinde çalıştı. Bush başkan seçildikten sonra, ulusal güvenlik
danışmanı olacağı kesinleştiğinde Chevron'dan ayrıldı. Bush, dış politikada
deneyimsiz, hatta cahil olduğundan Rice, kısa sürede başkanın sağ kolu oldu.
Afganistan ve Irak'a savaş açma fikrinin en ateşli savunuculuğunu yapıp
'Savaş prensesi' lakabı alan Rice, 11 Eylül sonrası uluslararası hukuku
boşvererek oluşturulan 'önleyici saldırı' doktrininin de fikir babalarından.
Bush, "Kendisini çok ciddiye alan insanları değil, biraz gamsız insanları
severim. Condi böyle, ayrıca çok zeki" diye bahsederken, Rice da dört yıllık
görevi sırasında Bush ailesiyle özel ilişkisini derinleştirdi. Evden Beyaz
Saray'a, Beyaz Saray'dan eve bir hayat süren, ara sıra piyano çalan bekâr
Rice, hafta sonlarını bile Bush ailesiyle Camp David'de geçirir oldu. Bazen
Bush'la koşu antrenmanı yapan bazen de 'first lady' Laura ile televizyon
izleyen Condi, bu yılın başında bir gazeteci grubunu akşam yemeğinde
ağırlarken, şaşırıp 'Başkana anlattığım gibi' yerine 'Kocama anlattığım
gibi' deyince dedikodular alıp yürüdü.
Dünya benimseyecek
mi?
Bazıları, muhafazakâr beyazların, 'Bakın kabinede siyah üyemiz de var' demek
için Rice'ı vitrine sürdüğünü düşünüyor. Amerika'da 'Rice gururumuz' diyen
siyahlar olsa da çoğunluk onu 'Teksas kovboyunun sadık hizmetçisi' olarak
görüyor. Geçenlerde Milwauekee'de bir radyonun sunucusu olan John Sylvester,
Rice'a, beyazlara itaatkâr davranan siyahlar için kullanılan 'Jemima Teyze'
lakabını taktı. Çok mesai harcamak zorunda kalacağı Ortadoğu'ya geçenlerde
'demokrasi götürmekten' bahsettiğinde ise bir Yemen gazetesi aracılığıyla
şöyle bir mesaj geldi: "Condoleezza, köklerini hatırla ve özgürlükle ilgili
ağzını açma. Sahiplerin sana 'kölelerin' kendi kendini
özgürleştiremeyeceğini anlatmadı mı? Sen köleliğinden memnun bir kölesin.
Sen asla özgür olamayacağın için başkalarını da özgürleştiremeyeceksin."
Forbes dergisinin 2004'te 'dünyanın en güçlü kadını' ilan ettiği Rice,
'kurtlar sofrasında' kendini kabul ettirdi. Acaba Amerikalılar ve dünya
halkları onu benimseyebilecek mi? Bekleyip göreceğiz. |
Organ
bağışında durum içler acısı
Türkiye organ bağışında İran'dan geri. 1 milyon kişiye bir organ düşüyor.
Geçen yıl 983 kişi bağış yaptı, 24 ilde hiç bağış olmadı
HATİCE YAŞAR
İSTANBUL - Tek umudu organ nakli olan binlerce kişi, sağlığına kavuşmak için
sırada bekliyor. Ancak rakamlar umut vermiyor. Ancak organ bağışı yok
denecek kadar az. 70 milyonluk Türkiye'de 2002'de 1073, 2003'te sadece 983
kişi organlarını bağışladı. Geçen yıl 24 ilde hiç organ bağışı olmadı.
Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye'de 6 bin 60 kişi böbrek, 430 kişi
karaciğer, 146 kişi kalp, dokuz kişi kalp kapağı, dört kişi akciğer, 4 bin
958 kişi kornea, 282 kişi kemikiliği için sırada. Yılda ortalama 600 böbrek
nakli yapılan Türkiye, organ naklinde İran, Suriye ve Hindistan'ın bile
gerisinde.
Ölümünden sonra organlarını bağışlayanları kapsayan çalışmaya göre, en fazla
bağış sırasıyla İzmir, İstanbul, Aydın, Denizli ve Antalya'da. Bağışta
bulunanlarda en büyük grubu 18-27 yaş arası oluşturuyor. Yaş ilerledikçe
bağış azalıyor. Bağışçıların yüzde 34'ü lise, yüzde 33.2'si üniversite
mezunu.
Eğitim şart
En az organ bağışlanan bölgeler, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu.
Antalya ve Ege'de ise nakiller, ülke ortalamasının üzerinde. Çünkü il sağlık
müdürlükleri bağışı özendiriyor ve hastanelerle koordineli çalışıyor.
Hastane personeli de bu konuda iyi eğitimli. Beyin ölümünü takip eden
doktor, hemşire ve görevliler konuya hassasiyetle yaklaşıyor, hasta
yakınlarına hastaları için her şeyin yapıldığı duygusunu veriyor. Geçen yıl
en fazla böbrek nakli sırasıyla Akdeniz Üniversitesi, Ege Üniversitesi
hastaneleri ile SSK İzmir Tepecik Hastanesi'nde oldu.
İÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mahmut Çarin,
bağışın azlığını eğitimsizlik ve genel sağlık sigortası olmayışına bağladı.
Prof. Dr. Çarin, şunları söyledi:
"Eğitimsizlik bir etken. ABD'de bir televizyon kanalında geçen bir
altyazıyla organ bağışı yüzde 20 arttı. Türkiye'de bağış konuşulmuyor bile.
Okuma-yazma oranına baktığınızda, bağışın az olmasının nedenini de
anlıyorsunuz. Türkiye'de bir genel sağlık sigortası olması da organ bağışına
yansıyacağı gibi, bağışlanan organların hızla doğru adresi bulmasını
sağlayacak.
En çok böbrek konusunda 'alışveriş' oluyor. Böbreğin canlı alternatifi de
var. Karaciğer için yakınlar parça verebiliyor. Ama kalpten parça
alamıyorsunuz. Karaciğerde kadavra ön planda geliyorken, böbrekte herkes
canlıya yöneliyor. Bence kurtuluş kadavradan nakilde. Türkiye'de 30 bin
diyaliz hastası var. 6 bini böbrek bekliyor.
Canlı ve kadavradan nakil yapılanların sayısı ise 600. Kalp ve karaciğerde,
böbrek gibi diyaliz desteği de yok."
Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneği İkinci Başkanı Doç. Dr. Faruk
Gönenç de, organ bekleyenlerle ilgili 'sağlıklı' kayıt tutulamadığını,
gerçek sayının daha fazla olduğunu söyledi. Gönenç, "Sağlık Bakanlığı
'merkezi bekleme listesi' hazırlama çalışması yapıyor. Avrupa'da Euro-Trans
merkezi var. Burada tüm Avrupa ülkelerinde organ bekleyenler kayıtlı. Bizde
de böyle bir sistem olmalı" dedi. Gönenç, sağlık çalışanlarının da bu konuda
eğitilmesi gerektiğini belirtti.
Bir gün size de
gerekli olabilir
18 yaşını dolduran ve akli dengesi yerinde olan herkes, öldükten sonra
kullanılmak üzere organlarını bağışlayabilir. Bunun için sağlık kurum ve
kuruluşlarına iki tanıkla başvurmak gerekiyor. Tüm resmi sağlık kuruluşları
başvuruları kabul ederken, özel hastaneler içinde organ nakli ruhsatı
olanlar başvuruları alabiliyor. Belgelerini dolduran kişiye 'organ bağış
kartı' veriliyor.
Sürücü belgesi sahipleri, 'organlarımı bağışlıyorum' bölümünü işaretleyerek
de bağış yapabilir. Organların tümü veya birkaçı bağışlanabilir. Organ bağış
kartı sürekli taşınmalı. Ancak kişinin organlarını bağışlaması yetmiyor.
Ölüm halinde kişinin birince derece yakınlarının onayı gerekiyor. Kimsesi
olmayanlar içinse polisin zabtı gerekiyor.
Bağışlayan kişiden organının alınabilmesi için öncelikle beyin ölümünün
gerçekleşmesi gerekiyor. Beyin ölümü dörtlü bir hekim grubunca (kardiyolog,
anesteziyolog, nöroşirurji uzmanı ve nörolog) belirleniyor. Daha sonra hangi
organların kullanılacağına karar veriliyor.
İlk yarışını
kurtarıcısı için kazanacak
Uğur Bilik, böbrek yetmezliğine kadar Veliefendi'de jokeydi. 10 yıldır ata
biniyordu. Bel ağrısıyla gittiği hastanede böbrek yetmezliğini öğrendi.
1999'dan itibaren diyalize girmeye başladı. Bu arada doğuştan sadece bir
böbreği olduğunu öğrendi.
Nakil gerekiyordu. Annesi ve ablasının böbreği uymadı. Yarışları bırakmıştı.
Hayatı ev ve diyaliz merkezinde geçiyordu. 2001'de İ. Ü. Tıp Fakültesi
Transplantasyon Bölümü' nde sıraya yazıldı. Bir yıl sonra haber geldi. Ancak
nakil gerçekleşmedi. Çünkü böbreği veren kişinin tansiyonu yüksek, Bilik'in
ise düşüktü.
2003'te tekrar çağrıldı hastaneye. Beyin kanamasından ölen Mert Taş'ın
organlarını ailesi bağışlamıştı. Böbrek uydu ve böylece Bilik sağlığına
kavuştu. Bir yıldır sorun yaşamıyor. "İnsanlar, başlarına gelene kadar
bağışı düşünmüyor" diyen Bilik, yeniden ata binmek istiyor. Ancak doktorlar
henüz izin vermiyor. Yeniden at binerse, Mert Taş için yarışacak.
'Her şeyim değişti'
Nilgün Mali, Türkiye'de karaciğer nakli olmuş ender hastalardan. Şu anda 27
yaşında olan Mali, 2002 başında karaciğer için sıraya girdi. Durumu kritikti
ama şanslıydı, sadece üç ay bekledi.
Bekleme sırasında durumu kötüleşince, kadavradan nakil düşünülmüş. Ancak
acil olduğu için anneden nakil araştırılmış, testler olumsuz çıkmış. Aynı
günün akşamı, 'mutlu haberi' alan Mali, "Sürekli kulağım telefondaydı. Haber
geldiğinde erkenden hastaneye gittim. Nakilden önce hayatım ev ve hastane
odasında geçiyordu. Alışverişe bile çıkamıyordum. Nakilden sonra hayatım
değişti, geleceğe bakışım değişti, her şeye pozitif bakmaya başladım. Lüften
herkes organlarını bağışlasın. Organlar toprakta çürüyeceğine başka
insanlara hayat vermeli, bir işe yaramalı" diyor.
Daha önce havaalanında yer hostesi olarak çalışan Mali, nakilden sonra,
nakil yapılan İÜ Tıp Fakültesi Hastanesi'nden organ nakli koordinatörlüğü
teklif edilince kabul etmiş. İki yıldır hastanede çalışıyor. Bugüne kadar 26
karaciğer nakline katılmış. Hastaları çok iyi anlıyor, yardımcı olabiliyor.
Suya doyamadı
27 yaşındaki Cemile Çakmak, bir ay önce kürtaj masasında fenalaşarak ölen
Nurcan Şenli'nin kendisini sağlığına kavuşturacağından habersizdi. 10
Ekim'de çalan telefondaki ses "Çapa'dan arıyorum" deyince, o sırada elinde
bulunan salata dolu kâse düştü.
Heyecanlanmıştı.
10 yıldır diyalize giriyordu. Daha önce beş kez organ için hastaneye
çağrılmış, her seferinde bir sorun çıkmıştı.
Yine hastaneye koştu, Nurcan'ın hikâyesini öğrendi. Ertesi gün yıllardır
beklediği böbreğe kavuşacaktı. "Cep telefonumu yanımdan hiç ayırmadım. 24
saat açıktı" diyen Çakmak, hastalığı nedeniyle Zonguldak'tan İstanbul'a
ağabeyinin yanına taşınmıştı. Üzerinden bir ay geçen nakille ilgili
konuşurken gözleri parlıyor.
Yanı başında, Şenli'nin iki çocuğunun fotoğrafı ve bir gazete kupürü var.
Diyaliz nedeniyle uzak yola gidemediğini, çalışamadığını söyleyen Çakmak,
hayata yeniden başlamış: "Artık çalışacağım. Hayatı dolu dolu yaşayacağım.
Bir aydır her gün 4-5 litre su içiyorum. Suya doyamadım hâlâ."
|
Paradan 6 sıfır atılınca ne olacak?
Bu ara birçok Anadolu kentinde konferanslar veriyoruz. Bundan üç yıl
önce bu tür konferanslarda herkes konsolidasyon olasılığını sorardı.
Sonra bir süre döviz kurunu sormuşlardı. Şimdi de paradan altı sıfır
atılmasını soruyorlar.
Açıkçası 2005 yılına girerken en hayırlı iş bu olsa gerek. Liradan altı
sıfır atılmasının vatandaşa büyük kolaylıklar sağlayacağı malum. Gerçi
Merkez Bankası yıllarca üç sıfır atılması karşısında, haklı olarak,
direnmişti. Çünkü enflasyon makul bir düzeye düşmeden paradan sıfır
atılması sadece geçici bir kolaylık sağlayacak, sonra ise tekrar aynı
işlemler gerekecekti. Yani önce enflasyon düşmeliydi.
Bu yıl sonu itibariyle enflasyon makul bir düzeye çekilmiş oluyor. Bu
beklentiyle, ya da bu güvenle Merkez Bankası yıl sonunda TL'den altı
sıfır atmaya hazırlanıyor. Böylece şu anda 1.000.000 TL olan para
büyüklüğü 1 TL olacak. Liranın yanı sıra kuruş da olacak ve 100 kuruş
bir liraya eşit olacak. Böylece kağıt paradan madeni paraya
geçebileceğiz, ya da daha yaygınlaşacak.
Bugünkü değerlerle bakıldığında en büyük paranın 20 lira olacağı
gözüküyor. Ancak en küçük paranın büyüklüğü konusunda henüz kesin bir
bilgimiz yok. 10.000 TL yerine geçecek olan 1 kuruşun tedavüle çıkması
gayet olası. Oysa şu anda en küçük para birimi 25.000 TL ve o bile ele
gelmiyor. Daha ziyade, ve ara sıra 50 bin liralıklar alışverişte
kullanılıyor. Yani bu hesaptan hareket edersek, en küçük para biriminin
5 kuruş olması en doğalı.
Yurtdışında eğitim gördük. Zaman zaman da yurtdışına çıktığımız,
alışveriş yaptığımız oluyor. Ödedikten sonra paranın üstü olarak bize 1
sent geri ödedikleri oluyor. Bir (ABD) senti bugünkü para ile 15 bin
lira demek. Düşünün bir kez, kişi başına gelirin Türkiye'ye göre 10 kat
daha fazla olduğu ABD'de para üstü olarak 15 bin lira iade ediliyor.
Oysa böyle bir para birimi bizde tedavülde bulunmuyor.
Paradan 6 sıfır atılınca, bizce, para birimi küçülecek. Alışveriş daha
hassas para birimleri üzerinden yapılacak. Açıkçası tüketiciler hem
enflasyon düştüğünden, hem de bu hassas birimler geliştiğinden alışveriş
yaparken daha bilinçli olacak ve en ucuza daha kolayca ulaşabilecekler.
Yani piyasa mekanizması da daha etkin çalışacak.
Paradan altı sıfır atılınca elbette bir miktar enflasyon çıkışı
yaşanacak. Ama, bu bir defalığına "yuvarlama etkisiyle" olacak. Üstelik
bu sadece tüketici fiyat endeksinde yaşanacak. Çünkü toptan mallarda bu
yuvarlama daha az olacak. Mesela otobüs fiyatları 1.000.000 TL yerine 1
lira olacak. Yani burada bir sorun yok. Ama 325.000 lira olan bir poğaça
32.5 kuruş olamayacağına göre 35 kuruş olacak. Böylece bazı mallarda
fiyatlar yukarı doğru çıkacak. Ve ocak 2005'te enflasyon, olması
gerekenden bir parça yüksek çıkacak.
Özetle, gelecek yıl daha rahat olacağız. Ceplerimiz sıfırı bol,
kalabalık paralardan kurtulacak. Ama hepsinden öte 2005 yılı sonunda
döviz kurunu en fazla bir liralık yanılmayla tutturabileceğiz!
Gönderen:
Oktay
Erbaş |
Türkiye
AB'yi niye istiyor?
Türkiye
tartışmaları dürüstlükten öylesine uzak ki, onlara işgalci gibi
baktığını saklamayan Fransa'yı dürüstlüğünden ötürü kutlamak lazım
CARL MARTISHED
Biz Avrupalılar, kafası karışık ve fevri bir topluluğuz. Türkiye yirmi
yıldır kibarca kulübümüze katılmak istiyor. Ve Türkiye'nin adaylığından
her bahis açıldığında biz meseleyi kabaca geçiştiriyoruz. 1989 ve
1997'de 'Hayır' dedik, Türkiye'nin ismini AB adayları listesinden
çıkardık. 1999'da nihayet meseleye adını koymaya karar verdik ve Avrupa
Komisyonu gelecek ay Ankara'ya bir cevap vermek zorunda. Önümüzde sadece
haftalar kaldı ve biz ne yapıyoruz? Zinayı suç haline getiren bir yasa
yüzünden yaygara koparıyoruz. Birbirini aldatan eşlerin haklarını
savunmak adına Türkleri ve onların eski moda değerlerini küçümsüyoruz.
Türkler üyeliği niye
istiyor?
Türkiye'nin AB üyeliğine dair tartışma öylesine dürüstlükten uzak ki,
Fransız hükümetinin pozisyonunu (İslamizasyona hayır) sırf
dürüstlüğünden dolayı kutlamak lazım. Türkiye'ye yabancı bir işgalciden
başka gözle bakmayı reddeden Fransa için, Osmanlıların 1683'teki Viyana
kuşatmasının kültürel bir versiyonu söz konusu. Paris anglikasyonu
sineye çekmek zorunda bırakıldı, Fransızca Brüksel'in resmi işlemlerinde
ikincil lisan durumuna düşürüldü. Taviz isteyen 70 milyonluk bir Türkiye
ihtimali karşısında Fransızlar tavrını net şekilde koydu. Valery Giscard
d'Estaing'in keli-meleriyle, Türkiye "Farklı bir kültür, farklı bir
yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi" demekti.
D'Estaing haklı. Türkiye ataerkil, aile esaslı ve dindar bir ülke.
Avrupa ise (lokomotif ülkeler konumundaki Britanya, Fransa ve Almanya'da
örneklendiği üzere) materyalist, şehvet düşkünü ve (büyük oranda)
ateist. Bu tarifler üzerinde tartışılabilir, fakat asıl mesele bu
kanının AB'ye biçilen paye olması. Eğer AB bir çeşit zinacı
Hıristiyanlar kulübü ise, o zaman aile-sever Türkiye neden ona katılmak
istiyor.
Teoride bunun ekonomik faydaları olacağı düşünülüyor. Ankara ve
İstanbul'daki işadamları AB piyasa-larına daha fazla girmek, bilhassa
Avrupa'nın sermaye piyasalarına dahil olmak için can atıyor. Kurulan
yakın bağlar sayesinde Türkiye'nin sallantılı ekonomisinin istikrar
kazanacağını umuyorlar.
Fonlar yetersiz
Avrupa Birliği üyeliğinin en cazip yanlarından biri de, sağlanacak
yapısal fonlar ve Ortak Tarım Politikası (CAP). Avrupa Siyaset
Araştırmaları Merkezi'nin tahminlerine göre Türkiye, bugün üye olsa, CAP
desteği olarak
9 milyar euro, yapısal fonlardan da 8 milyar euro alacak. Bütçeye
yapacağı teorik katkı hesaptan düşüldükten sonra, Türkiye'nin hepimize
yıllık maliyeti 16 milyar euro olabilir.
Elbette kimse bunun bir kelimesine bile inanmıyor. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye, Brüksel'den milyarlarca euro koparmak
konusunda ancak Suriye kadar umutlu olabilir. Türkiye'nin AB'ye üye
olma-sının beklendiği 2015'e gelindiğinde, CAP iyice dibe vurmuş bir
bela olacak. Anadolu'dan gelen devasa yoksul köylüler ordusuna dair
kuruntu, tarımsal desteklerin tıkanması için hayli hayli yeterli olacak.
(Ve Türkiye'nin üyeliğine Londra'dan destek, Elysee Sarayı'ndan köstek
gelmesinin ardındaki siyasi gerçeklik de bir yanıyla bu.)
Meseleyi daha da vahim hale getirecek ihtimaller mevcut: Üyelik
Ankara'yı bir nizamname furyasına sevk edecek; yeni düzenlemeler sadece
bürokratların aklını karıştırmakla kalmayıp, her köşe başındaki
kebapçıları, her hamamı ve her kasabı, AB'nin katı kamu sağlığı ve
hijyen kurallarına uyma çabası içinde çıldırtacak. Türkiye'nin AB'nin
çevre standartlarına uyum sağlamasının maliyeti konusunda Dünya
Bankası'nın yaptığı bir araştırma, 28 milyar ile 49 milyar euro arasında
bir rakamı gösteriyor; 18 yıllık gayrisafi milli hasıla dahilinde yüzde
2.5 gibi bir orana denk gelen bu rakam, muazzam bir güçlük anlamına
geliyor.
Batı piyesinin
ikinci perdesi
Peki buna değer mi? Bu soruya nasıl yanıt vereceğiniz, nereden
geldiğinizle yakından bağlantılı. İstanbul'daki tutkulu 'avrofillere'
göre, AB yalnızca yavan bir ekonomik birlik değil, bir kimliğin ifadesi.
Onlar için Avrupa Birliği kültürel ve siyasi bir birlik, geçen yüzyılın
başında Türkiye'ye ilk kez Batılılaşma istikametini gösteren Mustafa
Kemal Atatürk'ün yazarı olduğu piyesin ikinci perdesi. İstanbul'da
yaşayan Avrupa Birliği tutkunlarının Türkiye'nin kırsal ve dinsel
yoksullarıyla, Paris'teki salon züppelerinden (ki onlar Hıristiyan
uygarlığını, kutsal fazilet kırbacından savunacaklardır) daha fazla
ortak yanı yok.
Türkiye'yi sevenler için (bu yazıyı yazan kişi de onlardan biri),
Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyenlerin Avrupa idealini savunanlar
arasında sayılmaması çok üzücü. Tam tersine, Türkiye fan kulübünün
başını Whitehall'daki kötümserler çekiyor. Türkiye'yi Avrupalı bir
yoldaş olarak değil, daha ileri entegrasyon çağrılarına sekte vuracak
bir Truva Atı olarak buyur ediyorlar. Bakanlar Konseyi'nde Türkiye'nin
en büyük oy ağırlığına sahip olmasıyla siyasi birliğin sona ereceğine
kuşku yok. Buradan şu soruya geliyoruz: Atatürk'ün çocukları için AB'nin
anlamı ne? (29 Eylül 2004)
Gönderen:
Günel Erdem |
Sınava giren terler!
PINAR TEMELTAŞ*
Vızıldayarak sizi
deli eden karasineğin birkaç bacağı ile bir kanadını koparıp üçlü salto
attırmaya çalışmak, saatlerce duvara melül melül bakmak, televizyon
ekranına yapışmak, garip programları izleyerek elalemin derdinin sizi
germesine izin vermek, arkadaşlarla toplanıp geyik geyik terlemek, gülme
krizlerine girmek ve daha bir dolu 'şirinlik' yapmak için artık
fazlasıyla zamanımız var! Sınav öncesi evden dışarı adımını atmayan
hatta bırakın evi çalışmaktan ya da çalışıyor numarası yapmaktan
odasından dışarı çıkmayan ana kuzularının, sınav sonrası evinin yolunu
unutan ayyaşlara dönüşme zamanı geldi!
Ateistlere bile dua ettiren, ömrü hayatında türbenin yanından
geçmemişlerin türbeleri doldurmasını sağlayan, sınav kalemlerini
okutturan, eğitimi ticarete dönüştürenlerin yüzünü güldüren,
psikologların muayenehanelerini doldurup boşaltan, diyaliz makinesine
bağlı bir hastanın fişini çeker gibi gençleri sosyal aktivitelerden
uzaklaştırıp hayatsal fonksiyonlarına son veren, yapay rakipler yaratan,
"Salona sağ ayakla girip soruları çözerken sol ayağımı havaya kaldırır,
yüzümü de kıbleye dönersem sınav daha mı iyi geçer acaba?" gibi
paranoyalara yol açan, sadece sınava gireceklere değil, onların
yakınlarına da zona çıkartan bir ÖSS daha geride kaldı...
ÖSS'ye hazırlanan gençleri (hoş beş-altı sene boyunca hazırlananları
düşününce bazılarına genç demek için bin şahit gerek. Tanımak çok da zor
değil. Etrafınızda sivilcelerden yüzü gözükmeyen, son derece rüküş,
dağınık saçlı, temizlik yaparken bile moment alan birileri varsa
bilmelisiniz ki onlar geleceğin doktoru, avukatı, mühendisi, öğretmeni
olacaklar. Elbette bu tanıma uymayanlar var aranızda, eee sınava giren
herkesin hazırlandığı ve aynı dereceden yanıklara sahip olduğu
söylenemez.
Gece rüyasında gördüğü ak sakallı dedenin tavsiyesi üzerine karga
kahvaltısını etmeden ÖSS üzerinde Bizans oyunları oynayan sevgili
büyüklerimizin hayatımıza kattığı 'heyecan' sayesinde kafayı yemek işten
bile değil! Aman ÖYS oldu, aaa! Katsayılar değişti, ayy! Fırsat eşitliği
geldi, derken bir bakıyorsunuz ÖSS'ye hazırlanmanız için size verilen
dokuz ayın beş ayı geçip gitmiş. Kalan sürede de çalıştınız çalıştınız,
çalışmadınız... Üzülmeyin, demek ki hayırlısı böyleymiş, kısmetinizde
yokmuş, bir dahaki seneye inşallah!
Sınav sabahı yapılması gerekenleri kısaca özetlersek bir defa geceden
kalmamak gerekir. Çünkü ben denedim, pek tavsiye etmem. O baş ağrısıyla
değil soru çözmek, kalp ameliyatı bile yapamıyor insan! Kısacası kötü
etki yapabilecek her şeyi bir gün sonraya bırakıp güzel bir uyku çekin.
Sabah uyandığınızda ise dua etmekten kalan vakitte sınav için gereken
bir düzine okunmuş kalem, bir deste okunmuş silgi, yedi adet kalemtraş
ve (bilmiyorum söylememe gerek var mı?) 41 tane okunmuş pirinci
hazırlamanız gerekir. Sonra da kahvaltıda sizi doldurma ördeklerle
karıştıran annenizi atlatıp, kapıdan sağ adım atarak (sınavın iyi
geçmesi için) dışarı çıktınız mı iyi bir başlangıç yaptınız demektir.
Ama sonra da dışarıdaki yankesici ve saz arkadaşları kapkaççıları
atlatmayı başarmalısınız. Diyelim onları atlattınız inek tipleri binaya
girmeden halletmeye çalışan 'şakacı' ÖSS adaylarını da unutmamak lazım.
Kapıya sapasağlam ulaşıp sınıfına girmeyi başaranlar için her şey yeni
başlıyor. Gözetmenin gözüne girmeyi ihmal etmemeli. Çünkü yapacağınız
yanlış bir hareket karşısında sınavın ortasında cevap kağıdınıza el
koyabilirler. Bu kudreti nerden buldukları ise tartışma konusu... Bu
yüzden sınav günü bu faktörü gözönünde bulundurarak sınav yerine
süslenerek, oldukça şık giyinerek gitmeniz tavsiye edilir. Bir de sınav
sonunda canınız pahasına koruduğunuz cevap kağıdını kaydırma yapmadan
sağsalim gözetmene teslim eder, hele de iyi bir net yaparsanız, "Helal
olsun size!"
Bir de sınav sonucunu bekleme süreci var. Çok klişeleşmiş olduğu için
kullanmayı pek sevmesem de, burası Türkiye... Size göre sınavınız iyi
geçmiş olabilir, ama bu ne ÖSYM'yi ne gözetmenleri bağlar! Bir
bakarsınız ki açıkta kalmışsınız. Ayrıca dereyi görmeden paçaları
sıvamanın alemi yok ve sınava giren terler! Bakalım cevap kağıdınız
yolda kaybolacak mı? Kaybolmazsa netleriniz salimen elinize ulaşacak mı?
(Ki adetten olup herkese beklediğinden düşük gelir.) Geldi diyelim,
istediğiniz üniversite de sizi isteyecek mi?
ÖSS'ye girmiş, sınav şokunu yeni atlatmış bir öğrenci
Gönderen:
Günel Erdem |
Bu savaş bitmez
Amerika'nın gönüllü barış gücü
olarak Irak'ta kızıştırdığı ortam bir yandan sorgulanırken, son
haftalarda, dağdan gelip bağdakini kovma stratejisinin bir parçası
olarak gösterilen ve ilk olarak Ebu Garib hapishanesinde ortaya çıkan
işkenceler gündeme geldi.
Irak'taki diğer hapishanelerde de, son haftalarda
gazetelerde okumaya çok alıştığımız işkencelerin uzantılarının
uygulandığı konuşuladursun, Saddam Hüseyin'in yakalanması ile artık
Amerika-Irak savaşı haline gelen gerilimin bundan sonra nasıl bir yön
izleyeceği merak ediliyor.
İşkence fotoğraflarını medyaya sızdıran uzman Jeremy Sivits mahkumiyetle
cezalandırıldı ve beklendiği gibi ifadesinde, üst düzey subayların bu
işkencelerden haberlerinin bile olmadığını söyledi. Sonuçta Ebu Garib'de
yaşananlar, Amerika'nın Irak'taki stratejisinin bir parçası olarak
değil, birkaç genç Amerikalı'nın kendini bilmezliği olarak
nitelendirilecek.
Rumsfeld'in herşeyden haberi vardı
New Yorker dergisinde Seymour Hersh'un iddiası ise, işin ABD Savunma
Bakanı Donald Rumsfeld'in gizli "özel erişim" programına uzandığı
yönünde. Bu programa göre; gizli bir sorgu ekibine, sivil kıyafetlerle
hapishaneye giriş çıkış izni veriliyordu. Bu kişilerin, aynı zamanda
uluslararası hukuka uygun olmayan metodlarla esirlerlerden bilgi alma
yetkileri de vardı. Hersh'e göre, savaş sonrası Washington
muhafazakarları, yeni arayışların peşine düştüler. Bu çabalarında da
"Arap Düşüncesi" (The Arab Mind) adlı kitabı rehber olarak kullandılar.
Arap kültürü ile ilgili çalışmaları içeren bu kitapta; Araplar'ın en
büyük zayıflığının, cinsel açıdan küçük düşürülme olduğu gibi bilgilere
yer veriliyor. Hersh'ün kaynaklarına göre, çıplak Iraklılar'ın
fotoğrafları, ilerde bu kişilerin aleyhlerine kullanılmak üzere tutulan
ve kendilerine istedikleri bilgileri getirmemeleri halinde kamuoyuna
açıklanması sözkonusu olan tehdit malzemeleriydi.
İşkence olaylarının hemen ardından Arap televizyonlarına çıkıp kendini
savunma ihtiyacı hisseden, "Bu davranışlar, benim bildiğim Amerika'yı
temsil etmiyor" diyen, eski başkan babası sayesinde hiç askerlik
yapmamış olan Bush'un "İşkence sadece Ebu Garib'te olmuş" açıklaması
ise, kimseye inandırıcı gelmiyor. Birkaç hafta önce bu skandal patlak
verdiğinden beri düzinelerce Iraklı, ülkenin çeşitli merkezlerindeki
hapishanelerde tutuklu bulunduğu sürece işkenceye maruz kaldığı
şikayetinde bulundu. Zaten Kızılhaç da aylar önce Bağdat, Ramadi, Tikrit
ve Basra'da tutuklulara kötü muamele edildiği bilgisini vermişti.
Amaç, kendi geleceğini kurtarmak
Suçlanan askerlerden biri ise şunu söylüyor: "Ordunun içinde olanlar
hakkında tek bildiğim, üniversite paramı ödedikleri." Bu durumda yine en
başa dönüyoruz. Yani, Irak'taki savaş için Amerika'nın hummalı asker
arayışına, özellikle göçmen ve fakir gençler için orduyu çekici hale
getirme çabasına. Bu stratejiyi eleştiren birçok kişi, asker ruhuna
sahip olmayan bu kişilerin teröre karşı yürütülen savaşı da tam
anlamadığı, orduda önemli bir çoğunluğu elinde bulunduran Afro-Amerikalı
kadınların ise, Irak'ta yürütülen savaşı destekleyecek en son insanlar
olduğu kanısındalar. Diğer tarafta ise, işkence olayları ile özellikle
kadınların ön plana çıktığına işaret ediliyor. Kadınların askere
alınmasını uzun zamandır eleştiren muhafazakar kanada göre bu,
isterlerse erkeklerden çok daha kötü olabilen kadınların askere
alınmaması adına önemli bir kanıt.
Ortadoğu'ya şekil verme hevesi
Bu arada Amerika, bir seneyi aşkın zamandır süren ve kamuoyuna ilan
edilen ana hedefine ulaşan, yani Saddam Hüseyin'i ele geçirmeyi sağlayan
operasyondan yakasını sıyırmak için, işi Birleşmiş Milletler'e atma
çabasında. Amerika'nın hazırladığı son Irak taslağının kabul edilmesinin
ardından, G8 zirvesi de, Amerika'nın pek merakla beklenen "Büyük
Ortadoğu Projesi"nin açıklanmasına sahne olacak.
Fransa'nın şüpheleri bitmiyor
İngiltere ve Amerika'ya göre, BM'nin yeni taslağı kabul etmesi, bu iki
ülkenin Irak'ta yarattığı kargaşaya bir son verebilecek. Ama, Fransa'nın
başını çektiği muhalefette, Amerika ve İngiltere'nin yarattığı enkaza
çok da fazla müdahalede bulunmama eğilimi etkin. Fransa'ya göre, Irak'ta
NATO'nun misyonunun artması ya zamansız olur, ya da yanlış anlaşılır.
Bush'un Ortadoğu projesi ise; ana hatlarıyla özgür seçimleri, bağımsız
medyayı ve yasal sistemi destekliyor. Proje kapsamında hakim ve savcılar
eğitilecek, küçük işyerlerinin kurulması için krediler verilecek ve
okuma yazma oranını yükseltmek için seferberlik ilan edilecek, bu
kapsamda da 100 bin öğretmen eğitilecek.
İstemeyeni, özgür kılamazsınız
Bunların hepsi iyi çabalar, Amerika'dan beklenmeyecek oranda uzun vadeyi
kapsayan ve eğitimle birşeyleri başarmayı hedefleyen projeler. Ama bir
tarafta da Arap uzmanlara kulak vermek gerekiyor. Buna göre, başarılı
reformlar bölge ülkelerinin bu reformları ne kadar benimsemek
istedikleriyle bağlantılı ve en önemlisi; zorlama bir değişiklik
programı kesinlikle meyve vermez. Yani, Bush'un projesine şüpheyle
yaklaşan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac'ın da belirttiği gibi, demokrasi
bir ülkeden diğerine değişiklik gösterebilir ve demokrasi bir metod
değil, toplumun içinde büyüyen bir kültürdür.
Handan Aybars
|
Biber gazı gibi geçti
Türkün gazla ilişkisi, Arabın yağla ilişkisine
benzer mi? Türk polisi elin Almanından ne ister? Topkapı'daki hünkâr
koltuğuna hangi milletin efendisi kurulur?
Hakan Gülseven
"İşte çağdaş Türkiye," dedi Nik, "Ezan sesi yerine alçak uçuş yapan jet
motoru sesiyle uyanıyorsunuz artık..." Bu Nik, Alman. NATO zirvesini
protesto için İstanbul'a geldi; ortak tanışlarımız var, anlayacağınız
bizim başımıza kaldı. Tabii boş bulunduk, sabahın köründe Bush ve saz
arkadaşlarına gösteri uçuşu yapan Türk Yıldızları çatımızı yalayınca
yataktan fırladık ve siperlere girdik ya, Nik de aklı sıra benimle kafa
yapıyor. "Sen geç dalganı," dedim, "Nasılsa birazdan belanı bulacaksın."
Elin Almanı, gelmiş burada barikatları yıkacağını sanıyor. Hehey, Türk
polisi sana pabuç bırakır mı be! Nitekim, gözüne gözüne yedi biber
gazlarını, kafasına da Türk coplarını, sen sağ ben selamet. Bu işler
öyle Daum misali her lafa 'ja, ja' demekle olsaydı...
Neyse, malum, geçtiğimiz pazartesi NATO Vadisi'ne açılan barikatları
yıkmak üzere Mecidiyeköy'de toplandık. Aslında daha toplanamadan gaz
dünyasına dahil olduk. Ondan sonra, artık Allah ne verdiyse... Bu arada,
biliyor musunuz? Şu vatandaşın suratına suratına sıkılan gazlar var ya,
işte o gazları savaş esnasında kullanmak savaş suçu sayılıyor; yalan
olmasın, Cenevre Konvansiyonu muydu, neydi, işte öyle bir uluslararası
anlaşmayla bu gazların ordular tarafından kullanımı yasaklanmış
vaziyette. Kimyasal silah statüsüne giriyorlar. Ama dileyen, kendi
vatandaşının gözüne sıkabiliyor. Hatta görüldü ki, Türkün gazla
ilişkisi, Arabın yağla ilişkisinden bile derin. Polisimiz sıkıyor da
sıkıyor, hatta arada birbirlerinin suratına da koyveriyorlar. Tabii
bizim Nik istediği kadar, "Durun, ben AB vatandaşıyım," desin, kurunun
yanında yandı gitti zavallım.
Gül'ün teşekkürü
Aslına bakarsanız, ben bu NATO zirvesinin Seattle, Cenova falan gibi
olacağını sanıyordum. Hani dünyanın her yanından küreselleşme karşıtları
gelir, epey adam toplanır, en azından bir iki barikatta gedik açılır
sanıyordum. Nerdeee. 'Pembe Blok'muş, 'Kara Blok'muş, hak getire; tabii
Batı âlemi aptal mı öyle 'uyum yasaları' palavrasına inansın. Anarşizm
de bir yere kadar, değil mi? Edirne'den berisinde film kopuyor. İşte
bizim Nik gibi birkaç Troçkist geldi, mazlum milletimizle birlikte
sopayı yedi, o kadar...
Artık zirve falan bitmiş, Nik akıllanıp uslanmış, evde ana haber bülteni
izleme faslına geçilmişken, Abdullah Gül birden televizyonda belirdi,
NATO karşıtı gösteri yapanlara teşekkür ediyor. Neymiş, bu gösteriler
sayesinde Irak'taki Türk rehineler kurtulmuşmuş. "Arkadaşım, o da bir
şey mi, siz bütün İstanbul'u rehin aldınız, bizi kim kurtaracak?"
diyeceğim, adamın pişkinliği karşısında boğazım düğümlendi, sesim
çıkmadı. Nik de dönmüş, "Ne anlatıyor?" diye melül melül gözümün içine
bakıyor. "Sana teşekkür ediyor gardaş," dedim. Onca sopa yemiş, üzerine
bir de dalga geçiyorum sandı, darıldı. Gel de durumu izah et şimdi elin
Almanına...
Bu sorunu hep yaşıyorum. Yani ne zaman bir ecnebi dostum misafirliğe
gelse, elimiz mahkum bizim haber bültenlerine beraberce bakıyoruz ve
'Şimdi ne anlatıyor?' sorusunun muhatabı oluyorum. İtiraf etmeliyim,
Reha Muhtar dönemi en sıkıntılı dönemdi. Ama televizyonlarımızın geçen
haftaki performansı da yabana atılır gibi değil. Misal, TGRT'nin haber
akışında, polis yerde yatan bir genç kadının üzerinde dakikalarca
tepindikten hemen sonra, Türk modacıları liderlerin ve 'first-lady'lerin
kıyafetlerini değerlendiriyordu: "Son derece şık ve sade bir kıyafet,
söyleyecek şey bulamıyorum, tek kelimeyle mükemmel. Laura Bush kuşkusuz
zirvenin en şık 'first-lady'lerinden..." Ortaya bir 'ara sıcak' koyun
bari. Ama nerede bizde o zihniyet.
Oldu olacak, hani tecrübeliyiz de, çıkıp eylemleri aynı şekilde
yorumlayalım: "Robokop Mustafa zirveye iyi hazırlanmış, çok sade ama
oldukça şık bir tekme attı; bu arada, çevik Ökkeş'in gazı koyverişi tam
anlamıyla usta işiydi..."
Mevlana'nın
kemikleri
Efendim, şimdi biz her türlü melaneti Türkiye'nin tanıtımı sanıyoruz ya,
zavallı turistlerin hali bir başka iç parçalıyordu. Ellerinde İstanbul
haritaları, turistik gezi yaptıklarını sanırken, barikatlar yüzünden ara
sokaklarda kaybolmuşlar, faltaşı gibi açılmış gözlerle polisten kaçan
eylemcilere bakıyorlardı. Memleketlerine geri döndüklerinde, muhtemelen
Ateş Altında filmi gibi anlatacaklar hadiseleri. Bir yandan da, tarihi
yarımada kapatılmış, Topkapı Sarayı NATO'nun 'gala gecesi' tarafından
işgal edilmiş, sadece birkaç gün için İstanbul'a gelen ecnebiler
otellerden burnunu bile çıkaramamıştı.
Sahi, George W. Bush Topkapı'da hünkâr koltuğuna kurulmuş, Mehter Takımı
da onun önünde resmi geçit yaparken, ceddimizin kemikleri ne durumdaydı,
merak ediyorum. Hadi bunu geçelim, Mevleviler Bush'un önünde dönerken,
Mevlana'nın kemikleri ne durumdaydı?.. 'Kemik sızlaması' metafizik bir
hadise midir bilemiyorum ama 'gala'nın 'hatıra fotoğrafı'nda, bir Nazlı
Ilıcak, bir Ali Kırca, Bush'la aynı resim karesine girmiş olmanın
hazzını öyle bir dışa vuruyorlardı ki, o sırıtışlar kemiklerimi eritti.
Peki ya, Vakit gazetesinde 'Ayna' köşesini yazan ve Bush'a 'Katil' diyen
Hasan Karakaya'nın 'gala'ya çağrılınca Bush'la aynı fotoğraf karesinde
sırıtmasına ne diyelim?..
|
|
|