DALAKÇI GENÇLİK Basından

09.11.12

Öneren........ Günel Erdem

Hazırlayan........ Ali Bozdağ

Anasayfa
Yukarı

 

Türkiye BASININDAN seçmeler
Kız mısın, oğlan mısın kâfir!

Kabul etmek lazım ki, hayatın kendisi bütün kuramlardan daha zengin, yaratıcı ve şaşırtıcıdır. Yıllardır tartışır dururuz: Kadını erkeğin yarısı sayan dini hükümlerin uygulanması doğru mudur, çağdaş dünyadaki gelişmelerle bağdaşabilir mi? 'Elhakk doğrudur' diyenler sadece kutsal metinleri öne sürmekle kalmazlar, aynı zamanda buna gerekçe olarak kadınların çeşitli zaaflarını öne sürerler idi.
Tıp ve hukuk bu tartışmaya yeni bir boyut getirmişe benzer. Gazetelerde okumuş olmalısınız. Suudi Arabistanlı Ahmed namında bir delikanlı kendisini kadın gibi hissettiği için babasından kalan paracıkları harcayarak kadın olmuş. (Ameliyat elbette Arabistan'da değil, Amerika'da yapılmış.) Şeriatı uygulayan Arabistan'da kadınların mirastan aldıkları pay, erkeklerin payının ancak yarısı olduğu için, cinsiyet değiştiren delikanlının akrabaları hemen mahkemeye başvurmuş:
"Artık kadın olduğuna göre, haksız olarak mirastan aldığı parayı bize geri versin!" Mahkeme talebi reddetmiş: "Mirası aldığı sırada erkekti!"
Tabii bu hikâyeye insanın ilk tepkisi şu oluyor: "Suudi Arabistan gibi bir ülkede erkekliği bırakıp kadın olmaya kalkmak akıl kârı mıdır?" Elbette değil. Ama demek ki o genç adamın kadın olma isteği öylesine güçlüymüş ki, başına gelecekleri bile bile bu yola başvurmuş. Kadın olma arzusunun ne kadar kuvvetli olduğunu gösterdiği gibi, kadınlığın şaşılası bir cazibesi bulunduğunu da gösteriyordur belki bu olay, olamaz mı?
Beni Suudi Arabistan'ın geleceği konusunda endişeye düşüren asıl şey, bu cinsiyet değiştirme olayının duyulmasından sonra bambaşka gelişmelerin de yaşanma ihtimalidir.
Kadınlık normal koşullarda son derece itibarlı ve cazip bir hal olsa da, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi ülkelerde pek de sevimli bir statü taşımıyor. Şeriata göre bir erkek dört kadınla evlenebilir, istediği kadar cariyeye sahip olabilir, serkeşlik eden karısını dövebilir, 'Boş ol!' deyip kadını sokağa bırakabilir, kadınlar, erkeklerin aldığı mirasın ancak yarısını alır, yanında bir erkek bulunmadan sokağa bile çıkamaz, yöneticilik makamlarına getirilmezler...
Biliyorum, bu söylenenlerin aslında ne kadar mantıklı ve makul olduğunu bilen ve anlatan (veya aslında bunların birer yanlış anlamadan kaynaklandığını, gerçek dinin böyle söylemediğini ileri süren) pek çok kişi çıkacak, hatta zahmet edip 'e-mail' yardımıyla beni tenvir etmeye kalkışanlar da olacaktır.
Hiç zahmet etmesinler, dediklerini ve diyeceklerini biliyorum. Benim derdim 'dinle' değil, 'toplumla.' Arabistan, Afganistan, Pakistan gibi erkek egemen toplumlarda kadınlara haksızlık yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Nedeni ister din olsun, ister gelenek, iserse de yanlış yorumlamalar. Sonuç değişmiyor.
Gelmek istediğim nokta şudur ki, bu ülkelerde baskı ve haksızlıklardan yılmış olan kadınlar (en azından parası olanlar) Ahmed'in yaptığının tersini yapar ve ameliyatla erkek olmaya başlarsa ve bu iş gittikçe yaygınlaşırsa ne olacak? 'Olmaz canım' demeyin. Baskı altında kalan kadınların neye başvuracağı hiç belli olmaz. Ve erkek olan kadınlar, miras hakkından dayak hakkına kadar her şeyi tersine çevirip ortalığı birbirine katarsa...
Teknoloji harika işler yapıyor, ama bazen de ortalığı alabildiğine karıştırıyor işte. Belki de en iyisi, cinsler arası eşitliği kabul etmek. Ayrım yapmak gittikçe anlamını yitiriyor zira.

Türker Alkan

Ölü yatırım abideleri

Şanlıurfa'da yapımına 13 yıl önce başlanan 30 bin kişilik futbol stadı ödeneksizlik yüzünden bitirilemedi. Edirne'de yedi yıl önce başlanan Hamzadere Barajı'nda iş makineleri paslanıyor

DHA - ŞANLIURFA/EDİRNE - Türkiye'de yıllar önce yapılan yatırımlar ödeneksizlik nedeniyle tamamlanamıyor. Yapımına 1992 yılında başlanan 30 bin kişilik Şanlıurfa Stadı'nın tamamlanması için 19 trilyon liraya ihtiyaç var. Edirne'nin GAP'ı olarak nitelendirilen Hamzadere Barajı'na ise çivi bile çakılmıyor.
13 bin 600 metrekare tribün oturma alanı olan ve toplam 26 bin 400 metrekare alanı kapsayan Şanlıurfa Stadı'nın temelini dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel atmış ve üç yılda bitirilmesi hedeflenmişti. Stadın projesi içerisinde, sekiz kulvarlı atletizm pisti, 500 kişilik şeref tribünü, tamamı kapalı tribün, 22 sporcu soyunma odası, üç kondisyon salonu, 16 antrenman salonu, dört kulvarlı 60 metrelik atletizm salonu, 13 naklen yayın odası ve iki toplantı salonu bulunuyor.
İnşaatını üstlenen Bozyıl İnşaat'ın şantiye şefi Mehmet Çetin, geçen 13 yıl içerisinde yaklaşık 13 trilyon lira harcama yapılarak inşaatın yüzde 70'ler düzeyine getirildiğini söyledi. Çetin, şu bilgileri verdi: "Tamamen bitirilmesi için yaklaşık 19 trilyon liraya ihtiyacımız var. 2004 yılında 2 trilyon 900 milyar lira ödenek ayrılmasına rağmen, 1 trilyon 400 milyar lira geldi. Bu hızla inşaatın 4-5 yıl daha devam edeceğini tahmin ediyorum. Tamamlansa bile, çevre düzenlemesi ve yol sorunu halledilmediği için hemen hizmete açmak mümkün olmayacak. Üç yılda tamamlanmış olsaydı devlete maliyeti 600 milyar lira olacaktı. Fakat 13 yıl uzamasıyla, bugünkü birim fiyatlarına göre 40 trilyona ulaşacak. 2005 bütçesinden 19 trilyon liralık ödenek temin edilirse, bir yıl içinde hizmete hazır hale getirebiliriz."
Yolu bile bitirilmedi
İpsala'nın Koyuntepe Köyü'nde yedi yıl önce temeli atılan baraj inşaatında bugüne kadar tek kazma vurulmadı. İnşaat için getirilen iş makineleri çürümeye terk edildi. Dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz tarafından "Bölgenin GAP'ı olacak" sloganıyla temeli atılan Hamzadere Barajı'ndan, İpsala Ovası'ndaki üreticiler umudunu kesti. İpsala Ovası'nda 340 bin dönüm alanı sulayacak barajın temeli atıldıktan sonra yüklenici firma, önce inşaat alanına malzeme taşınması için yolun yapımına başladı. Ayrılan ödeneklerle inşaatta kullanılacak kil ve taşların getirileceği 16 kilometrelik yolun 13 kilometrelik bölümü tamamlanabildi. Barajın ana gövdesi için kazma dahi vurulmadı. Baraj inşaatı için 150 kişinin barınabileceği, inşaata çalışacak araçların gerektiğinde onarımının yapılacağı bir atölye MNG MAPA A.Ş tarafından kuruldu. Ancak atölyenin çatısı fırtınada uçtu. Şantiyenin bahçesinde ağır iş makineleri, yüksek tonajlı makineler, dozerler, grayderler yıllardan beri bekliyor. Şirket tarafından şantiyede bekçi olarak görevlendirilen Hayati Fidan, "Ödenek olmadığı için baraja malzeme taşınacak yol dahi tamamlanamadı. Son işçiler de firmanın Erzurum'daki bir başka inşaatında görevlendirildi. Ben de burada kalan trilyonluk makineleri bekliyorum" diye konuştu.
'Bölgenin GAP'ı olacaktı'
Türkiye'de 28 Şubat sürecinde DYP'den istifa ederek ANAP'a katılan ve üç dönem milletvekilliği yaptıktan sonra şimdi Yapıldak Köyü'nde çiftçi olan Evren Bulut, "Ben parti değiştirdiğimde bana Mesut Yılmaz ne istediğimi sordu. Ben de kendisinden Hamzadere Barajı'nı yapmasını istedim. Sonra gelip temelini attık. Erken seçimler ve koalisyon hükümetlerinin değişmesi sonucu bu barajlara bir türlü ödenek ayrılmadı" dedi.
Evren Bulut, konuşmasına şöyle devam etti: "Dünyada petrolden sonra en önemli kaynak sudur. Türkiye'nin kaynaklarının yüzde 50'si denizlere akıyor. Bizim bölgemizde de Edirne'den gelip Enez'e dökülen Meriç Nehri'miz var. Yunanistan ve Bulgaristan hududunu oluşturan bu nehrin yılda 6-7 milyar metreküp su taşıdığı tespit edilmiş durumda. Bu da GAP'ın üçte biridir. Petrolden sonra bizim ayçiçek ve pirince ödediğimiz rakam yılda 1 milyar doların üzerindedir."

Rice, ailesinin sözünü dinledi

Rice ailesi kızlarına derdi ki: 'Beyazlarla aynı hamburgercide yiyemeyebilirsin, ama ABD Başkanı olabilirsin'. Bu öğüde uyup ırkçılıkla savaşmak yerine kendini eğiten Rice, artık ABD'nin ilk siyah kadın dışişleri bakanı

VAHİT BORA
Portre: Condoleezza Rice
Kazasız belasız geçen 2 Kasım başkanlık seçiminde 'Dere geçerken at değiştirilmez' diye düşünen Amerikan halkı, dört yıl daha George W. Bush'ta karar kıldı. 2. Bush döneminin başlamasıyla kabinede de yaprak dökümü başladı. Dünyanın en çok ilgilendiği nöbet değişimi ise geçen hafta dışişleri bakanlığı koltuğunda yaşandı. Muhafazakârlarla yıldızı hiç barışmayan 'güvercin' Colin Powell istifasını sunup 'şahin yuvası'ndan uçtu. Artık ABD dış politikasındaki 'yapılacak işler listesi'ni dört yıl boyunca dolduracak isim ise Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, nam-ı diğer 'Condi'. Peki piyanist, buz patencisi ve profesörlük gibi vasıfları olan bu 'koyu renkli şahin' kim?
Dünya Rice'ı, 2000'de Ulusal Güvenlik Danışmanlığı'na atanmasıyla tanıdı. Bush'u peşi sıra takip eden, renkli döpiyesli bu kadın ABD'nin ilk siyah kökenli Ulusal Güvenlik Danışmanı'ydı.
 

Önlenemez yükselişi
Geçen hafta 14 Kasım'da 50'sini deviren Condi, 1954'te ırk ayrımının had safhada olduğu Alabama eyaletinin Birmingham kentinde dünyaya geldi. Annesi müzik öğretmeni, babası ise 'sporsever' ve dini bütün bir okul müdürü olan Rice'ın çocukluğu siyahlarla beyazların ayrı otobüslere bindiği günlerde geçti. Rice sekiz yaşındayken ırkçılığın vahşetini bizzat yaşadı. Babasıyla kilisede beklerken Ku Klux Klan'ın iki sokak ötede yaptığı bombalı saldırı, biri anaokulundan sınıf arkadaşı dört küçük siyah kızın canını aldı. Sonradan o günleri, "İlerleyebilmek için beyazlardan iki kat iyi olmam gerekiyordu" diye anlatan Rice, yine de hiçbir zaman ırkçılığa karşı sesini yükseltmedi. Ailesinin, 'Beyazların yemek yediği Woolworth'e girerek bir hamburger yiyemeyebilirsin, ancak
Amerikan başkanı olabilirsin' sözüne inanan Rice, etliye sütlüye karışmadan kendini kurtarmanın yollarını aradı. Beyazların dünyasında bunun yolunun eğitimli olmaktan geçtiğini anladığında da önlenemez yükselişi başladı.
 

Albright'ın babası etkili oldu
Adı, İtalyanca da 'müzik aletini tatlılıkla çalmak' anlamına gelen 'con dolcezza'dan gelen Condoleezza'nın yetenekli parmakları çabucak keşfedildi ve 15 yaşında Denver Üniversitesi Müzik Bölümü'ne kabul edildi. Ama
üniversiteden Brahms çalan bir piyanist olarak değil siyaset bilimi diplomalı bir kız olarak çıktı. Notalardan kopup politikaya sıçrama tercihinde ise bir profesörü etkili oldu. Ne ilginçtir ki, Rice'ı politikaya yönelten Josef Korbel adlı Çek göçmeni bu profesör, Clinton döneminde ABD'nin ilk kadın Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright'ın babasıydı.
Akademik kariyerin basamaklarını hızla tırmanan Rice, yaşıtları daha üniversiteyi yeni bitirken, 26'sında profesör oldu. Soğuk Savaş'ın 'azılı düşmanı' Sovyetler Birliği alanında uzmanlaşan, su gibi Rusça konuşan Dr. Rice, Stanford Üniversitesi'nde ders vermeye başladı.
 

Siyasete ilk adım
1982'de siyah seçmenden yüzde 10'dan fazla oy alamayan Cumhuriyetçi Parti'ye kaydolarak da siyasete ilk adımını attı. 1986'da Beyaz Saray'dan içeri giren Rice, Reagan yönetiminin uluslararası ilişkiler konseyinde görev aldı. Üç yıl sonra da 'baba' Bush'un ulusal güvenlik konseyinde Sovyetler bölümünün başına geçti. 1990'larda Rice ABD'nin Soğuk Savaş sonrası Rusya ve Doğu Avrupa politikaların baş mimarlarındandı. 1993'te Stanford Üniversitesi'nin ilk kadın, ilk siyah ve en genç rektörü unvanını alan Rice, bunca koşuşturmanın meyvesini, ABD'nin 125 yıllık petrol şirketi Chevron'un yönetim kurulu başkanlığıyla topladı. Hatta Chevron şirketi en büyük petrol tankerine 'Condoleezza Rice' adını verdi.
 

'Savaş prensesi'
1990'ların sonlarında Bush ailesiyle tanışan Rice, 2000'deki kampanyada Bush'un ekibinde çalıştı. Bush başkan seçildikten sonra, ulusal güvenlik danışmanı olacağı kesinleştiğinde Chevron'dan ayrıldı. Bush, dış politikada deneyimsiz, hatta cahil olduğundan Rice, kısa sürede başkanın sağ kolu oldu. Afganistan ve Irak'a savaş açma fikrinin en ateşli savunuculuğunu yapıp 'Savaş prensesi' lakabı alan Rice, 11 Eylül sonrası uluslararası hukuku boşvererek oluşturulan 'önleyici saldırı' doktrininin de fikir babalarından.
Bush, "Kendisini çok ciddiye alan insanları değil, biraz gamsız insanları severim. Condi böyle, ayrıca çok zeki" diye bahsederken, Rice da dört yıllık görevi sırasında Bush ailesiyle özel ilişkisini derinleştirdi. Evden Beyaz Saray'a, Beyaz Saray'dan eve bir hayat süren, ara sıra piyano çalan bekâr Rice, hafta sonlarını bile Bush ailesiyle Camp David'de geçirir oldu. Bazen Bush'la koşu antrenmanı yapan bazen de 'first lady' Laura ile televizyon izleyen Condi, bu yılın başında bir gazeteci grubunu akşam yemeğinde ağırlarken, şaşırıp 'Başkana anlattığım gibi' yerine 'Kocama anlattığım gibi' deyince dedikodular alıp yürüdü.
 

Dünya benimseyecek mi?
Bazıları, muhafazakâr beyazların, 'Bakın kabinede siyah üyemiz de var' demek için Rice'ı vitrine sürdüğünü düşünüyor. Amerika'da 'Rice gururumuz' diyen siyahlar olsa da çoğunluk onu 'Teksas kovboyunun sadık hizmetçisi' olarak görüyor. Geçenlerde Milwauekee'de bir radyonun sunucusu olan John Sylvester, Rice'a, beyazlara itaatkâr davranan siyahlar için kullanılan 'Jemima Teyze' lakabını taktı. Çok mesai harcamak zorunda kalacağı Ortadoğu'ya geçenlerde 'demokrasi götürmekten' bahsettiğinde ise bir Yemen gazetesi aracılığıyla şöyle bir mesaj geldi: "Condoleezza, köklerini hatırla ve özgürlükle ilgili ağzını açma. Sahiplerin sana 'kölelerin' kendi kendini özgürleştiremeyeceğini anlatmadı mı? Sen köleliğinden memnun bir kölesin. Sen asla özgür olamayacağın için başkalarını da özgürleştiremeyeceksin."
Forbes dergisinin 2004'te 'dünyanın en güçlü kadını' ilan ettiği Rice, 'kurtlar sofrasında' kendini kabul ettirdi. Acaba Amerikalılar ve dünya halkları onu benimseyebilecek mi? Bekleyip göreceğiz.

Organ bağışında durum içler acısı

Türkiye organ bağışında İran'dan geri. 1 milyon kişiye bir organ düşüyor. Geçen yıl 983 kişi bağış yaptı, 24 ilde hiç bağış olmadı

HATİCE YAŞAR
İSTANBUL - Tek umudu organ nakli olan binlerce kişi, sağlığına kavuşmak için sırada bekliyor. Ancak rakamlar umut vermiyor. Ancak organ bağışı yok denecek kadar az. 70 milyonluk Türkiye'de 2002'de 1073, 2003'te sadece 983 kişi organlarını bağışladı. Geçen yıl 24 ilde hiç organ bağışı olmadı.
Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye'de 6 bin 60 kişi böbrek, 430 kişi karaciğer, 146 kişi kalp, dokuz kişi kalp kapağı, dört kişi akciğer, 4 bin 958 kişi kornea, 282 kişi kemikiliği için sırada. Yılda ortalama 600 böbrek nakli yapılan Türkiye, organ naklinde İran, Suriye ve Hindistan'ın bile gerisinde.
Ölümünden sonra organlarını bağışlayanları kapsayan çalışmaya göre, en fazla bağış sırasıyla İzmir, İstanbul, Aydın, Denizli ve Antalya'da. Bağışta bulunanlarda en büyük grubu 18-27 yaş arası oluşturuyor. Yaş ilerledikçe bağış azalıyor. Bağışçıların yüzde 34'ü lise, yüzde 33.2'si üniversite mezunu.
 

Eğitim şart
En az organ bağışlanan bölgeler, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu. Antalya ve Ege'de ise nakiller, ülke ortalamasının üzerinde. Çünkü il sağlık müdürlükleri bağışı özendiriyor ve hastanelerle koordineli çalışıyor.
Hastane personeli de bu konuda iyi eğitimli. Beyin ölümünü takip eden doktor, hemşire ve görevliler konuya hassasiyetle yaklaşıyor, hasta yakınlarına hastaları için her şeyin yapıldığı duygusunu veriyor. Geçen yıl en fazla böbrek nakli sırasıyla Akdeniz Üniversitesi, Ege Üniversitesi hastaneleri ile SSK İzmir Tepecik Hastanesi'nde oldu.
İÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mahmut Çarin, bağışın azlığını eğitimsizlik ve genel sağlık sigortası olmayışına bağladı. Prof. Dr. Çarin, şunları söyledi:
"Eğitimsizlik bir etken. ABD'de bir televizyon kanalında geçen bir altyazıyla organ bağışı yüzde 20 arttı. Türkiye'de bağış konuşulmuyor bile. Okuma-yazma oranına baktığınızda, bağışın az olmasının nedenini de anlıyorsunuz. Türkiye'de bir genel sağlık sigortası olması da organ bağışına yansıyacağı gibi, bağışlanan organların hızla doğru adresi bulmasını sağlayacak.
En çok böbrek konusunda 'alışveriş' oluyor. Böbreğin canlı alternatifi de var. Karaciğer için yakınlar parça verebiliyor. Ama kalpten parça alamıyorsunuz. Karaciğerde kadavra ön planda geliyorken, böbrekte herkes canlıya yöneliyor. Bence kurtuluş kadavradan nakilde. Türkiye'de 30 bin diyaliz hastası var. 6 bini böbrek bekliyor.
Canlı ve kadavradan nakil yapılanların sayısı ise 600. Kalp ve karaciğerde, böbrek gibi diyaliz desteği de yok."
Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneği İkinci Başkanı Doç. Dr. Faruk Gönenç de, organ bekleyenlerle ilgili 'sağlıklı' kayıt tutulamadığını, gerçek sayının daha fazla olduğunu söyledi. Gönenç, "Sağlık Bakanlığı 'merkezi bekleme listesi' hazırlama çalışması yapıyor. Avrupa'da Euro-Trans merkezi var. Burada tüm Avrupa ülkelerinde organ bekleyenler kayıtlı. Bizde de böyle bir sistem olmalı" dedi. Gönenç, sağlık çalışanlarının da bu konuda eğitilmesi gerektiğini belirtti.
 

Bir gün size de gerekli olabilir
18 yaşını dolduran ve akli dengesi yerinde olan herkes, öldükten sonra kullanılmak üzere organlarını bağışlayabilir. Bunun için sağlık kurum ve kuruluşlarına iki tanıkla başvurmak gerekiyor. Tüm resmi sağlık kuruluşları başvuruları kabul ederken, özel hastaneler içinde organ nakli ruhsatı olanlar başvuruları alabiliyor. Belgelerini dolduran kişiye 'organ bağış kartı' veriliyor.
Sürücü belgesi sahipleri, 'organlarımı bağışlıyorum' bölümünü işaretleyerek de bağış yapabilir. Organların tümü veya birkaçı bağışlanabilir. Organ bağış kartı sürekli taşınmalı. Ancak kişinin organlarını bağışlaması yetmiyor. Ölüm halinde kişinin birince derece yakınlarının onayı gerekiyor. Kimsesi olmayanlar içinse polisin zabtı gerekiyor.
Bağışlayan kişiden organının alınabilmesi için öncelikle beyin ölümünün gerçekleşmesi gerekiyor. Beyin ölümü dörtlü bir hekim grubunca (kardiyolog, anesteziyolog, nöroşirurji uzmanı ve nörolog) belirleniyor. Daha sonra hangi organların kullanılacağına karar veriliyor.
 

İlk yarışını kurtarıcısı için kazanacak
 
Uğur Bilik, böbrek yetmezliğine kadar Veliefendi'de jokeydi. 10 yıldır ata biniyordu. Bel ağrısıyla gittiği hastanede böbrek yetmezliğini öğrendi. 1999'dan itibaren diyalize girmeye başladı. Bu arada doğuştan sadece bir böbreği olduğunu öğrendi.
Nakil gerekiyordu. Annesi ve ablasının böbreği uymadı. Yarışları bırakmıştı. Hayatı ev ve diyaliz merkezinde geçiyordu. 2001'de İ. Ü. Tıp Fakültesi Transplantasyon Bölümü' nde sıraya yazıldı. Bir yıl sonra haber geldi. Ancak nakil gerçekleşmedi. Çünkü böbreği veren kişinin tansiyonu yüksek, Bilik'in ise düşüktü.
2003'te tekrar çağrıldı hastaneye. Beyin kanamasından ölen Mert Taş'ın organlarını ailesi bağışlamıştı. Böbrek uydu ve böylece Bilik sağlığına kavuştu. Bir yıldır sorun yaşamıyor. "İnsanlar, başlarına gelene kadar bağışı düşünmüyor" diyen Bilik, yeniden ata binmek istiyor. Ancak doktorlar henüz izin vermiyor. Yeniden at binerse, Mert Taş için yarışacak.
 

'Her şeyim değişti'
 
Nilgün Mali, Türkiye'de karaciğer nakli olmuş ender hastalardan. Şu anda 27 yaşında olan Mali, 2002 başında karaciğer için sıraya girdi. Durumu kritikti ama şanslıydı, sadece üç ay bekledi.
Bekleme sırasında durumu kötüleşince, kadavradan nakil düşünülmüş. Ancak acil olduğu için anneden nakil araştırılmış, testler olumsuz çıkmış. Aynı günün akşamı, 'mutlu haberi' alan Mali, "Sürekli kulağım telefondaydı. Haber geldiğinde erkenden hastaneye gittim. Nakilden önce hayatım ev ve hastane odasında geçiyordu. Alışverişe bile çıkamıyordum. Nakilden sonra hayatım değişti, geleceğe bakışım değişti, her şeye pozitif bakmaya başladım. Lüften herkes organlarını bağışlasın. Organlar toprakta çürüyeceğine başka insanlara hayat vermeli, bir işe yaramalı" diyor.
Daha önce havaalanında yer hostesi olarak çalışan Mali, nakilden sonra, nakil yapılan İÜ Tıp Fakültesi Hastanesi'nden organ nakli koordinatörlüğü teklif edilince kabul etmiş. İki yıldır hastanede çalışıyor. Bugüne kadar 26 karaciğer nakline katılmış. Hastaları çok iyi anlıyor, yardımcı olabiliyor.
 

Suya doyamadı
 
27 yaşındaki Cemile Çakmak, bir ay önce kürtaj masasında fenalaşarak ölen Nurcan Şenli'nin kendisini sağlığına kavuşturacağından habersizdi. 10 Ekim'de çalan telefondaki ses "Çapa'dan arıyorum" deyince, o sırada elinde bulunan salata dolu kâse düştü.
Heyecanlanmıştı.
10 yıldır diyalize giriyordu. Daha önce beş kez organ için hastaneye çağrılmış, her seferinde bir sorun çıkmıştı.
Yine hastaneye koştu, Nurcan'ın hikâyesini öğrendi. Ertesi gün yıllardır beklediği böbreğe kavuşacaktı. "Cep telefonumu yanımdan hiç ayırmadım. 24 saat açıktı" diyen Çakmak, hastalığı nedeniyle Zonguldak'tan İstanbul'a ağabeyinin yanına taşınmıştı. Üzerinden bir ay geçen nakille ilgili konuşurken gözleri parlıyor.
Yanı başında, Şenli'nin iki çocuğunun fotoğrafı ve bir gazete kupürü var. Diyaliz nedeniyle uzak yola gidemediğini, çalışamadığını söyleyen Çakmak, hayata yeniden başlamış: "Artık çalışacağım. Hayatı dolu dolu yaşayacağım. Bir aydır her gün 4-5 litre su içiyorum. Suya doyamadım hâlâ."

 

Paradan 6 sıfır atılınca ne olacak?

Bu ara birçok Anadolu kentinde konferanslar veriyoruz. Bundan üç yıl önce bu tür konferanslarda herkes konsolidasyon olasılığını sorardı. Sonra bir süre döviz kurunu sormuşlardı. Şimdi de paradan altı sıfır atılmasını soruyorlar.
Açıkçası 2005 yılına girerken en hayırlı iş bu olsa gerek. Liradan altı sıfır atılmasının vatandaşa büyük kolaylıklar sağlayacağı malum. Gerçi Merkez Bankası yıllarca üç sıfır atılması karşısında, haklı olarak, direnmişti. Çünkü enflasyon makul bir düzeye düşmeden paradan sıfır atılması sadece geçici bir kolaylık sağlayacak, sonra ise tekrar aynı işlemler gerekecekti. Yani önce enflasyon düşmeliydi.
Bu yıl sonu itibariyle enflasyon makul bir düzeye çekilmiş oluyor. Bu beklentiyle, ya da bu güvenle Merkez Bankası yıl sonunda TL'den altı sıfır atmaya hazırlanıyor. Böylece şu anda 1.000.000 TL olan para büyüklüğü 1 TL olacak. Liranın yanı sıra kuruş da olacak ve 100 kuruş bir liraya eşit olacak. Böylece kağıt paradan madeni paraya geçebileceğiz, ya da daha yaygınlaşacak.
Bugünkü değerlerle bakıldığında en büyük paranın 20 lira olacağı gözüküyor. Ancak en küçük paranın büyüklüğü konusunda henüz kesin bir bilgimiz yok. 10.000 TL yerine geçecek olan 1 kuruşun tedavüle çıkması gayet olası. Oysa şu anda en küçük para birimi 25.000 TL ve o bile ele gelmiyor. Daha ziyade, ve ara sıra 50 bin liralıklar alışverişte kullanılıyor. Yani bu hesaptan hareket edersek, en küçük para biriminin 5 kuruş olması en doğalı.
Yurtdışında eğitim gördük. Zaman zaman da yurtdışına çıktığımız, alışveriş yaptığımız oluyor. Ödedikten sonra paranın üstü olarak bize 1 sent geri ödedikleri oluyor. Bir (ABD) senti bugünkü para ile 15 bin lira demek. Düşünün bir kez, kişi başına gelirin Türkiye'ye göre 10 kat daha fazla olduğu ABD'de para üstü olarak 15 bin lira iade ediliyor. Oysa böyle bir para birimi bizde tedavülde bulunmuyor.
Paradan 6 sıfır atılınca, bizce, para birimi küçülecek. Alışveriş daha hassas para birimleri üzerinden yapılacak. Açıkçası tüketiciler hem enflasyon düştüğünden, hem de bu hassas birimler geliştiğinden alışveriş yaparken daha bilinçli olacak ve en ucuza daha kolayca ulaşabilecekler. Yani piyasa mekanizması da daha etkin çalışacak.
Paradan altı sıfır atılınca elbette bir miktar enflasyon çıkışı yaşanacak. Ama, bu bir defalığına "yuvarlama etkisiyle" olacak. Üstelik bu sadece tüketici fiyat endeksinde yaşanacak. Çünkü toptan mallarda bu yuvarlama daha az olacak. Mesela otobüs fiyatları 1.000.000 TL yerine 1 lira olacak. Yani burada bir sorun yok. Ama 325.000 lira olan bir poğaça 32.5 kuruş olamayacağına göre 35 kuruş olacak. Böylece bazı mallarda fiyatlar yukarı doğru çıkacak. Ve ocak 2005'te enflasyon, olması gerekenden bir parça yüksek çıkacak.
Özetle, gelecek yıl daha rahat olacağız. Ceplerimiz sıfırı bol, kalabalık paralardan kurtulacak. Ama hepsinden öte 2005 yılı sonunda döviz kurunu en fazla bir liralık yanılmayla tutturabileceğiz!

Gönderen: Oktay Erbaş

Türkiye AB'yi niye istiyor?

Türkiye tartışmaları dürüstlükten öylesine uzak ki, onlara işgalci gibi baktığını saklamayan Fransa'yı dürüstlüğünden ötürü kutlamak lazım

CARL MARTISHED
Biz Avrupalılar, kafası karışık ve fevri bir topluluğuz. Türkiye yirmi yıldır kibarca kulübümüze katılmak istiyor. Ve Türkiye'nin adaylığından her bahis açıldığında biz meseleyi kabaca geçiştiriyoruz. 1989 ve 1997'de 'Hayır' dedik, Türkiye'nin ismini AB adayları listesinden çıkardık. 1999'da nihayet meseleye adını koymaya karar verdik ve Avrupa Komisyonu gelecek ay Ankara'ya bir cevap vermek zorunda. Önümüzde sadece haftalar kaldı ve biz ne yapıyoruz? Zinayı suç haline getiren bir yasa yüzünden yaygara koparıyoruz. Birbirini aldatan eşlerin haklarını savunmak adına Türkleri ve onların eski moda değerlerini küçümsüyoruz.

Türkler üyeliği niye istiyor?
Türkiye'nin AB üyeliğine dair tartışma öylesine dürüstlükten uzak ki, Fransız hükümetinin pozisyonunu (İslamizasyona hayır) sırf dürüstlüğünden dolayı kutlamak lazım. Türkiye'ye yabancı bir işgalciden başka gözle bakmayı reddeden Fransa için, Osmanlıların 1683'teki Viyana kuşatmasının kültürel bir versiyonu söz konusu. Paris anglikasyonu sineye çekmek zorunda bırakıldı, Fransızca Brüksel'in resmi işlemlerinde ikincil lisan durumuna düşürüldü. Taviz isteyen 70 milyonluk bir Türkiye ihtimali karşısında Fransızlar tavrını net şekilde koydu. Valery Giscard d'Estaing'in keli-meleriyle, Türkiye "Farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi" demekti.
D'Estaing haklı. Türkiye ataerkil, aile esaslı ve dindar bir ülke. Avrupa ise (lokomotif ülkeler konumundaki Britanya, Fransa ve Almanya'da örneklendiği üzere) materyalist, şehvet düşkünü ve (büyük oranda) ateist. Bu tarifler üzerinde tartışılabilir, fakat asıl mesele bu kanının AB'ye biçilen paye olması. Eğer AB bir çeşit zinacı Hıristiyanlar kulübü ise, o zaman aile-sever Türkiye neden ona katılmak istiyor.
Teoride bunun ekonomik faydaları olacağı düşünülüyor. Ankara ve İstanbul'daki işadamları AB piyasa-larına daha fazla girmek, bilhassa Avrupa'nın sermaye piyasalarına dahil olmak için can atıyor. Kurulan yakın bağlar sayesinde Türkiye'nin sallantılı ekonomisinin istikrar kazanacağını umuyorlar.

Fonlar yetersiz
Avrupa Birliği üyeliğinin en cazip yanlarından biri de, sağlanacak yapısal fonlar ve Ortak Tarım Politikası (CAP). Avrupa Siyaset Araştırmaları Merkezi'nin tahminlerine göre Türkiye, bugün üye olsa, CAP desteği olarak
9 milyar euro, yapısal fonlardan da 8 milyar euro alacak. Bütçeye yapacağı teorik katkı hesaptan düşüldükten sonra, Türkiye'nin hepimize yıllık maliyeti 16 milyar euro olabilir.
Elbette kimse bunun bir kelimesine bile inanmıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye, Brüksel'den milyarlarca euro koparmak konusunda ancak Suriye kadar umutlu olabilir. Türkiye'nin AB'ye üye olma-sının beklendiği 2015'e gelindiğinde, CAP iyice dibe vurmuş bir bela olacak. Anadolu'dan gelen devasa yoksul köylüler ordusuna dair kuruntu, tarımsal desteklerin tıkanması için hayli hayli yeterli olacak. (Ve Türkiye'nin üyeliğine Londra'dan destek, Elysee Sarayı'ndan köstek gelmesinin ardındaki siyasi gerçeklik de bir yanıyla bu.)
Meseleyi daha da vahim hale getirecek ihtimaller mevcut: Üyelik Ankara'yı bir nizamname furyasına sevk edecek; yeni düzenlemeler sadece bürokratların aklını karıştırmakla kalmayıp, her köşe başındaki kebapçıları, her hamamı ve her kasabı, AB'nin katı kamu sağlığı ve hijyen kurallarına uyma çabası içinde çıldırtacak. Türkiye'nin AB'nin çevre standartlarına uyum sağlamasının maliyeti konusunda Dünya Bankası'nın yaptığı bir araştırma, 28 milyar ile 49 milyar euro arasında bir rakamı gösteriyor; 18 yıllık gayrisafi milli hasıla dahilinde yüzde 2.5 gibi bir orana denk gelen bu rakam, muazzam bir güçlük anlamına geliyor.

Batı piyesinin ikinci perdesi
Peki buna değer mi? Bu soruya nasıl yanıt vereceğiniz, nereden geldiğinizle yakından bağlantılı. İstanbul'daki tutkulu 'avrofillere' göre, AB yalnızca yavan bir ekonomik birlik değil, bir kimliğin ifadesi. Onlar için Avrupa Birliği kültürel ve siyasi bir birlik, geçen yüzyılın başında Türkiye'ye ilk kez Batılılaşma istikametini gösteren Mustafa Kemal Atatürk'ün yazarı olduğu piyesin ikinci perdesi. İstanbul'da yaşayan Avrupa Birliği tutkunlarının Türkiye'nin kırsal ve dinsel yoksullarıyla, Paris'teki salon züppelerinden (ki onlar Hıristiyan uygarlığını, kutsal fazilet kırbacından savunacaklardır) daha fazla ortak yanı yok.
Türkiye'yi sevenler için (bu yazıyı yazan kişi de onlardan biri), Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyenlerin Avrupa idealini savunanlar arasında sayılmaması çok üzücü. Tam tersine, Türkiye fan kulübünün başını Whitehall'daki kötümserler çekiyor. Türkiye'yi Avrupalı bir yoldaş olarak değil, daha ileri entegrasyon çağrılarına sekte vuracak bir Truva Atı olarak buyur ediyorlar. Bakanlar Konseyi'nde Türkiye'nin en büyük oy ağırlığına sahip olmasıyla siyasi birliğin sona ereceğine kuşku yok. Buradan şu soruya geliyoruz: Atatürk'ün çocukları için AB'nin anlamı ne? (29 Eylül 2004)

Gönderen: Günel Erdem

Sınava giren terler!

PINAR TEMELTAŞ*

Vızıldayarak sizi deli eden karasineğin birkaç bacağı ile bir kanadını koparıp üçlü salto attırmaya çalışmak, saatlerce duvara melül melül bakmak, televizyon ekranına yapışmak, garip programları izleyerek elalemin derdinin sizi germesine izin vermek, arkadaşlarla toplanıp geyik geyik terlemek, gülme krizlerine girmek ve daha bir dolu 'şirinlik' yapmak için artık fazlasıyla zamanımız var! Sınav öncesi evden dışarı adımını atmayan hatta bırakın evi çalışmaktan ya da çalışıyor numarası yapmaktan odasından dışarı çıkmayan ana kuzularının, sınav sonrası evinin yolunu unutan ayyaşlara dönüşme zamanı geldi!
Ateistlere bile dua ettiren, ömrü hayatında türbenin yanından geçmemişlerin türbeleri doldurmasını sağlayan, sınav kalemlerini okutturan, eğitimi ticarete dönüştürenlerin yüzünü güldüren, psikologların muayenehanelerini doldurup boşaltan, diyaliz makinesine bağlı bir hastanın fişini çeker gibi gençleri sosyal aktivitelerden uzaklaştırıp hayatsal fonksiyonlarına son veren, yapay rakipler yaratan, "Salona sağ ayakla girip soruları çözerken sol ayağımı havaya kaldırır, yüzümü de kıbleye dönersem sınav daha mı iyi geçer acaba?" gibi paranoyalara yol açan, sadece sınava gireceklere değil, onların yakınlarına da zona çıkartan bir ÖSS daha geride kaldı...
ÖSS'ye hazırlanan gençleri (hoş beş-altı sene boyunca hazırlananları düşününce bazılarına genç demek için bin şahit gerek. Tanımak çok da zor değil. Etrafınızda sivilcelerden yüzü gözükmeyen, son derece rüküş, dağınık saçlı, temizlik yaparken bile moment alan birileri varsa bilmelisiniz ki onlar geleceğin doktoru, avukatı, mühendisi, öğretmeni olacaklar. Elbette bu tanıma uymayanlar var aranızda, eee sınava giren herkesin hazırlandığı ve aynı dereceden yanıklara sahip olduğu söylenemez.
Gece rüyasında gördüğü ak sakallı dedenin tavsiyesi üzerine karga kahvaltısını etmeden ÖSS üzerinde Bizans oyunları oynayan sevgili büyüklerimizin hayatımıza kattığı 'heyecan' sayesinde kafayı yemek işten bile değil! Aman ÖYS oldu, aaa! Katsayılar değişti, ayy! Fırsat eşitliği geldi, derken bir bakıyorsunuz ÖSS'ye hazırlanmanız için size verilen dokuz ayın beş ayı geçip gitmiş. Kalan sürede de çalıştınız çalıştınız, çalışmadınız... Üzülmeyin, demek ki hayırlısı böyleymiş, kısmetinizde yokmuş, bir dahaki seneye inşallah!
Sınav sabahı yapılması gerekenleri kısaca özetlersek bir defa geceden kalmamak gerekir. Çünkü ben denedim, pek tavsiye etmem. O baş ağrısıyla değil soru çözmek, kalp ameliyatı bile yapamıyor insan! Kısacası kötü etki yapabilecek her şeyi bir gün sonraya bırakıp güzel bir uyku çekin. Sabah uyandığınızda ise dua etmekten kalan vakitte sınav için gereken bir düzine okunmuş kalem, bir deste okunmuş silgi, yedi adet kalemtraş ve (bilmiyorum söylememe gerek var mı?) 41 tane okunmuş pirinci hazırlamanız gerekir. Sonra da kahvaltıda sizi doldurma ördeklerle karıştıran annenizi atlatıp, kapıdan sağ adım atarak (sınavın iyi geçmesi için) dışarı çıktınız mı iyi bir başlangıç yaptınız demektir. Ama sonra da dışarıdaki yankesici ve saz arkadaşları kapkaççıları atlatmayı başarmalısınız. Diyelim onları atlattınız inek tipleri binaya girmeden halletmeye çalışan 'şakacı' ÖSS adaylarını da unutmamak lazım. Kapıya sapasağlam ulaşıp sınıfına girmeyi başaranlar için her şey yeni başlıyor. Gözetmenin gözüne girmeyi ihmal etmemeli. Çünkü yapacağınız yanlış bir hareket karşısında sınavın ortasında cevap kağıdınıza el koyabilirler. Bu kudreti nerden buldukları ise tartışma konusu... Bu yüzden sınav günü bu faktörü gözönünde bulundurarak sınav yerine süslenerek, oldukça şık giyinerek gitmeniz tavsiye edilir. Bir de sınav sonunda canınız pahasına koruduğunuz cevap kağıdını kaydırma yapmadan sağsalim gözetmene teslim eder, hele de iyi bir net yaparsanız, "Helal olsun size!"
Bir de sınav sonucunu bekleme süreci var. Çok klişeleşmiş olduğu için kullanmayı pek sevmesem de, burası Türkiye... Size göre sınavınız iyi geçmiş olabilir, ama bu ne ÖSYM'yi ne gözetmenleri bağlar! Bir bakarsınız ki açıkta kalmışsınız. Ayrıca dereyi görmeden paçaları sıvamanın alemi yok ve sınava giren terler! Bakalım cevap kağıdınız yolda kaybolacak mı? Kaybolmazsa netleriniz salimen elinize ulaşacak mı? (Ki adetten olup herkese beklediğinden düşük gelir.) Geldi diyelim, istediğiniz üniversite de sizi isteyecek mi?


ÖSS'ye girmiş, sınav şokunu yeni atlatmış bir öğrenci

Gönderen: Günel Erdem

Bu savaş bitmez

Amerika'nın gönüllü barış gücü olarak Irak'ta kızıştırdığı ortam bir yandan sorgulanırken, son haftalarda, dağdan gelip bağdakini kovma stratejisinin bir parçası olarak gösterilen ve ilk olarak Ebu Garib hapishanesinde ortaya çıkan işkenceler gündeme geldi.
Irak'taki diğer hapishanelerde de, son haftalarda gazetelerde okumaya çok alıştığımız işkencelerin uzantılarının uygulandığı konuşuladursun, Saddam Hüseyin'in yakalanması ile artık Amerika-Irak savaşı haline gelen gerilimin bundan sonra nasıl bir yön izleyeceği merak ediliyor.
İşkence fotoğraflarını medyaya sızdıran uzman Jeremy Sivits mahkumiyetle cezalandırıldı ve beklendiği gibi ifadesinde, üst düzey subayların bu işkencelerden haberlerinin bile olmadığını söyledi. Sonuçta Ebu Garib'de yaşananlar, Amerika'nın Irak'taki stratejisinin bir parçası olarak değil, birkaç genç Amerikalı'nın kendini bilmezliği olarak nitelendirilecek.
Rumsfeld'in herşeyden haberi vardı
New Yorker dergisinde Seymour Hersh'un iddiası ise, işin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in gizli "özel erişim" programına uzandığı yönünde. Bu programa göre; gizli bir sorgu ekibine, sivil kıyafetlerle hapishaneye giriş çıkış izni veriliyordu. Bu kişilerin, aynı zamanda uluslararası hukuka uygun olmayan metodlarla esirlerlerden bilgi alma yetkileri de vardı. Hersh'e göre, savaş sonrası Washington muhafazakarları, yeni arayışların peşine düştüler. Bu çabalarında da "Arap Düşüncesi" (The Arab Mind) adlı kitabı rehber olarak kullandılar. Arap kültürü ile ilgili çalışmaları içeren bu kitapta; Araplar'ın en büyük zayıflığının, cinsel açıdan küçük düşürülme olduğu gibi bilgilere yer veriliyor. Hersh'ün kaynaklarına göre, çıplak Iraklılar'ın fotoğrafları, ilerde bu kişilerin aleyhlerine kullanılmak üzere tutulan ve kendilerine istedikleri bilgileri getirmemeleri halinde kamuoyuna açıklanması sözkonusu olan tehdit malzemeleriydi.
İşkence olaylarının hemen ardından Arap televizyonlarına çıkıp kendini savunma ihtiyacı hisseden, "Bu davranışlar, benim bildiğim Amerika'yı temsil etmiyor" diyen, eski başkan babası sayesinde hiç askerlik yapmamış olan Bush'un "İşkence sadece Ebu Garib'te olmuş" açıklaması ise, kimseye inandırıcı gelmiyor. Birkaç hafta önce bu skandal patlak verdiğinden beri düzinelerce Iraklı, ülkenin çeşitli merkezlerindeki hapishanelerde tutuklu bulunduğu sürece işkenceye maruz kaldığı şikayetinde bulundu. Zaten Kızılhaç da aylar önce Bağdat, Ramadi, Tikrit ve Basra'da tutuklulara kötü muamele edildiği bilgisini vermişti.
Amaç, kendi geleceğini kurtarmak
Suçlanan askerlerden biri ise şunu söylüyor: "Ordunun içinde olanlar hakkında tek bildiğim, üniversite paramı ödedikleri." Bu durumda yine en başa dönüyoruz. Yani, Irak'taki savaş için Amerika'nın hummalı asker arayışına, özellikle göçmen ve fakir gençler için orduyu çekici hale getirme çabasına. Bu stratejiyi eleştiren birçok kişi, asker ruhuna sahip olmayan bu kişilerin teröre karşı yürütülen savaşı da tam anlamadığı, orduda önemli bir çoğunluğu elinde bulunduran Afro-Amerikalı kadınların ise, Irak'ta yürütülen savaşı destekleyecek en son insanlar olduğu kanısındalar. Diğer tarafta ise, işkence olayları ile özellikle kadınların ön plana çıktığına işaret ediliyor. Kadınların askere alınmasını uzun zamandır eleştiren muhafazakar kanada göre bu, isterlerse erkeklerden çok daha kötü olabilen kadınların askere alınmaması adına önemli bir kanıt.

Ortadoğu'ya şekil verme hevesi
Bu arada Amerika, bir seneyi aşkın zamandır süren ve kamuoyuna ilan edilen ana hedefine ulaşan, yani Saddam Hüseyin'i ele geçirmeyi sağlayan operasyondan yakasını sıyırmak için, işi Birleşmiş Milletler'e atma çabasında. Amerika'nın hazırladığı son Irak taslağının kabul edilmesinin ardından, G8 zirvesi de, Amerika'nın pek merakla beklenen "Büyük Ortadoğu Projesi"nin açıklanmasına sahne olacak.
Fransa'nın şüpheleri bitmiyor
İngiltere ve Amerika'ya göre, BM'nin yeni taslağı kabul etmesi, bu iki ülkenin Irak'ta yarattığı kargaşaya bir son verebilecek. Ama, Fransa'nın başını çektiği muhalefette, Amerika ve İngiltere'nin yarattığı enkaza çok da fazla müdahalede bulunmama eğilimi etkin. Fransa'ya göre, Irak'ta NATO'nun misyonunun artması ya zamansız olur, ya da yanlış anlaşılır.
Bush'un Ortadoğu projesi ise; ana hatlarıyla özgür seçimleri, bağımsız medyayı ve yasal sistemi destekliyor. Proje kapsamında hakim ve savcılar eğitilecek, küçük işyerlerinin kurulması için krediler verilecek ve okuma yazma oranını yükseltmek için seferberlik ilan edilecek, bu kapsamda da 100 bin öğretmen eğitilecek.
İstemeyeni, özgür kılamazsınız
Bunların hepsi iyi çabalar, Amerika'dan beklenmeyecek oranda uzun vadeyi kapsayan ve eğitimle birşeyleri başarmayı hedefleyen projeler. Ama bir tarafta da Arap uzmanlara kulak vermek gerekiyor. Buna göre, başarılı reformlar bölge ülkelerinin bu reformları ne kadar benimsemek istedikleriyle bağlantılı ve en önemlisi; zorlama bir değişiklik programı kesinlikle meyve vermez. Yani, Bush'un projesine şüpheyle yaklaşan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac'ın da belirttiği gibi, demokrasi bir ülkeden diğerine değişiklik gösterebilir ve demokrasi bir metod değil, toplumun içinde büyüyen bir kültürdür.
Handan Aybars
 

Biber gazı gibi geçti

Türkün gazla ilişkisi, Arabın yağla ilişkisine benzer mi? Türk polisi elin Almanından ne ister? Topkapı'daki hünkâr koltuğuna hangi milletin efendisi kurulur?

Hakan Gülseven
"İşte çağdaş Türkiye," dedi Nik, "Ezan sesi yerine alçak uçuş yapan jet motoru sesiyle uyanıyorsunuz artık..." Bu Nik, Alman. NATO zirvesini protesto için İstanbul'a geldi; ortak tanışlarımız var, anlayacağınız bizim başımıza kaldı. Tabii boş bulunduk, sabahın köründe Bush ve saz arkadaşlarına gösteri uçuşu yapan Türk Yıldızları çatımızı yalayınca yataktan fırladık ve siperlere girdik ya, Nik de aklı sıra benimle kafa yapıyor. "Sen geç dalganı," dedim, "Nasılsa birazdan belanı bulacaksın." Elin Almanı, gelmiş burada barikatları yıkacağını sanıyor. Hehey, Türk polisi sana pabuç bırakır mı be! Nitekim, gözüne gözüne yedi biber gazlarını, kafasına da Türk coplarını, sen sağ ben selamet. Bu işler öyle Daum misali her lafa 'ja, ja' demekle olsaydı...
Neyse, malum, geçtiğimiz pazartesi NATO Vadisi'ne açılan barikatları yıkmak üzere Mecidiyeköy'de toplandık. Aslında daha toplanamadan gaz dünyasına dahil olduk. Ondan sonra, artık Allah ne verdiyse... Bu arada, biliyor musunuz? Şu vatandaşın suratına suratına sıkılan gazlar var ya, işte o gazları savaş esnasında kullanmak savaş suçu sayılıyor; yalan olmasın, Cenevre Konvansiyonu muydu, neydi, işte öyle bir uluslararası anlaşmayla bu gazların ordular tarafından kullanımı yasaklanmış vaziyette. Kimyasal silah statüsüne giriyorlar. Ama dileyen, kendi vatandaşının gözüne sıkabiliyor. Hatta görüldü ki, Türkün gazla ilişkisi, Arabın yağla ilişkisinden bile derin. Polisimiz sıkıyor da sıkıyor, hatta arada birbirlerinin suratına da koyveriyorlar. Tabii bizim Nik istediği kadar, "Durun, ben AB vatandaşıyım," desin, kurunun yanında yandı gitti zavallım.
 

Gül'ün teşekkürü
Aslına bakarsanız, ben bu NATO zirvesinin Seattle, Cenova falan gibi olacağını sanıyordum. Hani dünyanın her yanından küreselleşme karşıtları gelir, epey adam toplanır, en azından bir iki barikatta gedik açılır sanıyordum. Nerdeee. 'Pembe Blok'muş, 'Kara Blok'muş, hak getire; tabii Batı âlemi aptal mı öyle 'uyum yasaları' palavrasına inansın. Anarşizm de bir yere kadar, değil mi? Edirne'den berisinde film kopuyor. İşte bizim Nik gibi birkaç Troçkist geldi, mazlum milletimizle birlikte sopayı yedi, o kadar...
Artık zirve falan bitmiş, Nik akıllanıp uslanmış, evde ana haber bülteni izleme faslına geçilmişken, Abdullah Gül birden televizyonda belirdi, NATO karşıtı gösteri yapanlara teşekkür ediyor. Neymiş, bu gösteriler sayesinde Irak'taki Türk rehineler kurtulmuşmuş. "Arkadaşım, o da bir şey mi, siz bütün İstanbul'u rehin aldınız, bizi kim kurtaracak?" diyeceğim, adamın pişkinliği karşısında boğazım düğümlendi, sesim çıkmadı. Nik de dönmüş, "Ne anlatıyor?" diye melül melül gözümün içine bakıyor. "Sana teşekkür ediyor gardaş," dedim. Onca sopa yemiş, üzerine bir de dalga geçiyorum sandı, darıldı. Gel de durumu izah et şimdi elin Almanına...
Bu sorunu hep yaşıyorum. Yani ne zaman bir ecnebi dostum misafirliğe gelse, elimiz mahkum bizim haber bültenlerine beraberce bakıyoruz ve 'Şimdi ne anlatıyor?' sorusunun muhatabı oluyorum. İtiraf etmeliyim, Reha Muhtar dönemi en sıkıntılı dönemdi. Ama televizyonlarımızın geçen haftaki performansı da yabana atılır gibi değil. Misal, TGRT'nin haber akışında, polis yerde yatan bir genç kadının üzerinde dakikalarca tepindikten hemen sonra, Türk modacıları liderlerin ve 'first-lady'lerin kıyafetlerini değerlendiriyordu: "Son derece şık ve sade bir kıyafet, söyleyecek şey bulamıyorum, tek kelimeyle mükemmel. Laura Bush kuşkusuz zirvenin en şık 'first-lady'lerinden..." Ortaya bir 'ara sıcak' koyun bari. Ama nerede bizde o zihniyet.
Oldu olacak, hani tecrübeliyiz de, çıkıp eylemleri aynı şekilde yorumlayalım: "Robokop Mustafa zirveye iyi hazırlanmış, çok sade ama oldukça şık bir tekme attı; bu arada, çevik Ökkeş'in gazı koyverişi tam anlamıyla usta işiydi..."
 

Mevlana'nın kemikleri
Efendim, şimdi biz her türlü melaneti Türkiye'nin tanıtımı sanıyoruz ya, zavallı turistlerin hali bir başka iç parçalıyordu. Ellerinde İstanbul haritaları, turistik gezi yaptıklarını sanırken, barikatlar yüzünden ara sokaklarda kaybolmuşlar, faltaşı gibi açılmış gözlerle polisten kaçan eylemcilere bakıyorlardı. Memleketlerine geri döndüklerinde, muhtemelen Ateş Altında filmi gibi anlatacaklar hadiseleri. Bir yandan da, tarihi yarımada kapatılmış, Topkapı Sarayı NATO'nun 'gala gecesi' tarafından işgal edilmiş, sadece birkaç gün için İstanbul'a gelen ecnebiler otellerden burnunu bile çıkaramamıştı.
Sahi, George W. Bush Topkapı'da hünkâr koltuğuna kurulmuş, Mehter Takımı da onun önünde resmi geçit yaparken, ceddimizin kemikleri ne durumdaydı, merak ediyorum. Hadi bunu geçelim, Mevleviler Bush'un önünde dönerken, Mevlana'nın kemikleri ne durumdaydı?.. 'Kemik sızlaması' metafizik bir hadise midir bilemiyorum ama 'gala'nın 'hatıra fotoğrafı'nda, bir Nazlı Ilıcak, bir Ali Kırca, Bush'la aynı resim karesine girmiş olmanın hazzını öyle bir dışa vuruyorlardı ki, o sırıtışlar kemiklerimi eritti.
Peki ya, Vakit gazetesinde 'Ayna' köşesini yazan ve Bush'a 'Katil' diyen Hasan Karakaya'nın 'gala'ya çağrılınca Bush'la aynı fotoğraf karesinde sırıtmasına ne diyelim?..

 

Anasayfa

Yenilik: 22.04.11